Yemek masasından kalkıp paltosunu astı ve bilgisayarının başına geçti olanca yavaşlığıyla. Birkaç logo tasarımı isteyen mail gelmişti kendisine. Onları okuyup kalktı ayağa. Elini kıpırdatacak gücü yoktu, içinden atmak geliyordu kendisini yatağa. Öyle de yaptı ne bir uyku hapını içti ne de göz bandını taktı. Direkt dalıverdi o derin uykusuna.
Henüz uyuyalı iki saat bile olmamıştı ki kapı zili çaldı. Rüyalardan rüyalara atlayan Asilyeviç için bir kapı zili değil de en tatlı anını bozan bir gök gürültüsüydü bu. İlk başta açası gelmedi kapıyı, daha yeni uykuya dalmış hissediyor ve “gene portre için gelmiştir birisi” diyordu içinden. Kafasını koyduğu tarafı terlemiş bulup diğer tarafını çevirdi yastığın; hemen ardından tekrar uyumaya çalıştı. Bu Asilyeviç’in biraz olsun serinleme hareketinden sonra kapı zili tekrar çaldı ama uzunca bu sefer; adeta konuşur, acilen kapıya bakması gerektiğini söyler gibi. Bu sefer kalkması gerekiyordu işte yattığı yerden çünkü bu kendi suratını çizdirmek isteyen bir burjuva olamazdı asla. Eli göz bandını çıkartmak için suratına doğru uzandı ama bulamadı bir şey orada sonra o da şaşırdı bizim şaşırdığımız gibi. Kapıya yöneldi uykusundan yeni kalkmış olmasına rağmen esnek ve hızlı adımlarla (Bunu kapı zilinin ona patates tarlasında çalıştığı zamanları hatırlattığını bildiği için tekrar duymamak adına yaptığını düşünüyoruz.). Karşısına aniden göz kamaştırıcı şıklığıyla bir Rus dilberi çıkabileceğini düşündü. Hemen göz ucuyla da aynasına baktı nasıl görünüyorum diye. Gözünden de kaçmadı daha dün o burnunun ucunun kesildiği tıraştan sonra ne çabuk uzadığı sakallarının.
Sol eli kapı koluna yetişti sağ elimi kullanırım diye geçirmişti aklından yanağını okşarken karşılayacağı tatlı dilberin (O elini daha güzel ve yumuşak bulur hep.). Kapıyı açmakta zorlandı biraz geçen gün hizmetçisine sinirlenip çarptığından ama nihayet açabildi. Karşısında gerçekten de alımlı mı alımlı şuh mu şuh bir hatun vardı. Üzerindeki sarı elbisesi çok yakışmıştı ona. Teninin rengiyle birebir uyuyordu. Bir de omuzlarına vatka koymuştu. Tabii adamımız nitelikli bir burjuva olmasına rağmen bunu anlayamadı çünkü daha çok vardı bunun modasına. O kadar rahatlamış, mutlu ve hayrandı ki Asilyeviç kendini denizin kıyısında yarı çıplak kavuran güneşin altında kadının teniyle aynı renk kumların üzerinde uzanıyor buldu. Etrafından faytonlar geçiyordu akın akın. Uykusundan yeni kalkmıştı yanında ise kalbini paramparça eden, tüm gizemiyle kendine hayran bırakan kadın uykusuna yeni dalmıştı ama tekrar kalkması Asilyeviç’in ondan kopması, onu bırakıp atması kadar zordu. Durum böyle olunca Asilyeviç tekrar uyudu ve sonra tekrar uyudu. Artık hep uyuyacaktı sonsuzluğa kadar.
Kimse bilemedi neden böyle olduğunu. Sadece portresi yarım kalmış dostları konuştu onu o kadar. Böyle bir kadın var mı yok mu ben de bilmiyorum. Ama ne yazık ki dünyada böyle şeyler oluyor. Biz duymasak bilmesek bile bir yerlerde oluyor.