Otoriteye karşı körü körüne inanmak gerçeğin en büyük düşmanıdır der Albert Einstein. Biz de inancın, kuralın, yasanın peşinden körü körüne giderek gerçek kimliğimizi oluşturamıyoruz. Yaptıklarımızı günah, sevap olarak nitelendirerek; sadece yasak olduğu ve ceza yiyeceğimizi bildiğimiz için bir şey yapmayarak ahlaklı insan olmuyoruz. Yapmamamız gerekenleri, insanlık için doğru olmadığını düşünerek yapmıyorsak, yarar-zarar dengesini hesaba katıyorsak, kendimiz iyi hissedecek olsak da bir başkasını kötü hissettirmemek için uğraşıyorsak, yaptıklarımızdan veya yapmadıklarımızdan ötürü alkışlanmak değilse amacımız; üst düzey bir ahlaka ulaşıyoruz.
Bu bahsettiğim ahlak düzeyi, Kohlberg’in ahlak gelişimine göre gelenek sonrası düzeyine (ilkeli ahlak) denk geliyor ve bu düzeyde çıkarcılık bitmiş ve bağımsız değerler sistemi oluşmuştur. Bu düzeyde yer alan insanlar mevcut otoriteden bağımsız olarak toplumsal düzeni, yasaları, kanunları artık sorgulayabilmekte ve bunlara körü körüne inanmamaktadırlar.
Gözlemlediğim kadarıyla sorgulama reflekslerimizi kaybediyoruz zamanla. Refleksler; tehlikelerden korunmamızı, kendimizi savunmamızı kolaylaştırıyor. Sorgulama reflekslerimizi kaybettiğimiz zaman da; insani değerlerimizi kaybeder, farkındalıklarımız azalır, fanatik canlılara dönüşürüz. Böyle bir durumda ise dışarıdan gelen dolduruşlara, etkilemelere açık hale geliriz. Belli bir kabın içine konuluruz ve bulunduğumuz kabın şeklini alırız. Ya taşarız o kaptan ya da kabın içinde boğuluruz. O yüzden biz de, kaptan taşmayı bilelim ve o kaba dışarıdan bakıp bi sorgulayalım.