Telefonuma hiç bakmıyorum. Sadece annem aradığında açıyorum. Arayan arkadaşlarıma memleketimde olduğum için müsait olmadığımı anlatan bir mesaj atıyorum. Zaten onlarda hiç üstelemiyorlar. Ali mi? işte onun telefonlarını hiç açmıyorum ve ona mesaj da atmıyorum. En son görüşmemizin üzerinden tam üç hafta geçti. Ne aradım ne de sordum. Sadece beni bir daha arama diye bir kısa mesaj gönderdim. Bunu yapmak zorundaydım. Onun karşısında çıkacak cesaretim ve olaylarla yüzleşecek halim hiç yoktu. Onunla görüşmek istemiyordum. Ne olduğunu anlaması eminim çok güç olacaktır. Ama olanları olayın sorumlusu anlatırsa daha mantıklı olur. Ben Ali’nin karşısına çıkıp ne diyebilirim ki? “Hiçbir şey…”
Annemden ve Ali’den başka kimse de beni merak etmiyordu. Hayatım boyunca bu böyle olmuştu. Kimseden beklediğim arkadaşlığı göremiyor ve bu nedenle kimseyle de samimi olmuyordum. Ama bu günlerde en azından artarda arayarak beni neşelendirmek isteyen bir arkadaşa ihtiyaç duyuyordum. İnsan sosyal bir varlık ve hayatının her döneminde başka insanlara ihtiyaç duyar. Bende her insan gibi başkalarına, arkadaşlara, dostlara ihtiyaç duyuyorum. Ancak benim neredeyse hiç arkadaşım yok. Bir dönem bu duruma çok takıntılı olarak yaşadım. Neden samimi arkadaşlarımın olmadığını çok merak edip kendimi sorguladım ve bu düşüncelerin sonunda ise kendimi hep suçlu çıkardım. Çünkü insanların özel hayatlarını irdelemeyi, onlara anlatmak istemedikleri konuları sorarak rahatsız etmeyi, hayatlarına karışarak benim istediğim gibi yaşamalarını beklemedim kimseden. Aslında karşımdaki arkadaşlarımın da bana bu şekilde davranmamasını istediğim için böyle davrandım. Kız kıza geçireceğimiz gecelerde sadece erkeklerden ve cinsellikten değil; mesela Sigmund Freud’un Psikanaliz Kuramı üzerinden de bir sohbet dönsün isterdim. Sürdüğüm ojenin markasının merak edilmesi yerine bir gecede uykusuz kalarak okuduğum kitabı anlattığımda beni sıkılmadan dinleyecek arkadaşlarım olsun isterdim. Çünkü ben birisinin de bana okuduğu kitabı anlatmasını bekliyordum. Ama hiç böyle olmadı. Ne zaman toplansak hep sevgililerden bahsediliyor, edilen kavgalar anlatılıyor, erkekler hakkında sonu hiç gelmeyen kısır bir döngü haline gelmiş değişmeyen sohbetler ediliyordu. Ben ise hayatımın hiçbir döneminde ne ailemden ne de sevgilimden kimseye bahsetmeden yaşamış bir kızdım. Benim konuşmak için seçtiğim konular çok farklıydı ve hayatıma bir şeyler kazandırmasını düşündüğüm konulardan konuşmak istiyordum. Mahremi hakkında sohbet ederek insanların karşısında çırılçıplak kalmak yerine ve insanları da karşımda çırılçıplak bırakmaktan ziyade konuları tercih ediyordum. Ama insanlar hiçbir zaman böyle olmadılar ve bende insanları olduğu gibi kabul etmeye yanaşmayan inatçı bir kız olduğum için hepsini hayatımdan çıkararak yapayalnız kalmayı yeğledim. Çünkü hayat hikâyemi ya da sevgilimle yaşadıklarımı anlatarak insanların bana gözleriyle tecavüz etmelerini hiçbir zaman doğru bulmadım ve bu durumdan hoşlanmadım. Kimsenin bana yıldızı kırılmış peri sopamı neden yanımda taşıdığımı sormasını istemediğim için kimseye neden oyuncak bir ayıcıkla uyuduğunu sormadım. Bisiklet sürmekten hoşlanan bir kız arkadaşım olsun istiyordum ama arabası olan erkeklere ihtiyaç duyan kızlarla doluydu çevrem.
İnsanları yargılamak bana düşmez tabii ki de bu da onların yaşam biçimi ve bu yaşam biçimine sahip birçok insan çok güzel arkadaşlıklar kuruyorlar. Ben ise yalnızım. Belki de onurlu bir yalnızlık bu çünkü kimse için kendimi değiştirmeden yaşadığım bir hayatım var. Bu durumdan bazen gurur duysam da bazen de kız kıza alışverişe çıkmak isteği içime doğmuyor değil.
Erkeklerle yaşadığım arkadaşlıklarımın hepsinde ise çok büyük hayal kırıklıklarıyla onlardan uzaklaşmak zorunda kalıyor olmam da hayatımdaki ayrı bir çıkmaz sokak. Ne zaman bir erkeği arkadaşım gibi görsem ve azıcık samimi olsak bana âşık oldu. Ben ise bunu hiçbir zaman kaldıramadım. Kendime yakıştıramadım ve hepsini hayatımdan tek tek çıkardım.
Erkekler için yıldızı parlak ama kadınlar için yıldızı hiç parlamamış bir kız olarak geldim dünyaya sanırım. Haklarını savunmak için üniversite hayatım boyunca didinip durduğum yazılar yazdığım, şiddetin engellenmesi için projeler başlattığım kadınlar beni hiç sevmediler ve arkadaş olarak kabul etmediler. Erkekler ise beni güleç yüzüm ve kimseyi kırmamaya çalışan yumuşak kalbim yüzünden hep kolay lokma olarak gördüler. Benim gibi birçok kız vardır bu dünyada belki de. Şu kocaman ama aynı zamanda da ufacık olan gezegenimizde yalnız olmadığımı biliyorum ve bir gün beni anlayacak bir kız arkadaş edineceğimin farkındayım. Bu umudu hiç kaybetmiyorum içimden ama şu an yalnızım. Onurlu bir yalnızlık çekiyorum ve kendimden hiç ödün vermeden yalnız kalmayı seviyorum. Ama bugün ilk defa bu düşüncelerden sıyrılıp keşke dedim. Keşke bana sevgilisini anlatacak, en büyük derdi köpeğine her zaman aldığı mamayı hiç bir markette bulamaması olan bir kız arkadaşım olsaydı ..
Biraz dışarıya çıkmaya ihtiyacım olduğunu fark edip kırmızı anı kutumdan Ali’nin bana yazdığı mektubu alarak kendimi evden dışarıya attım. Kadife gibi bir hava var dışarıda. İnsan elleriyle uzanıp havayı tutmak istiyor. Böyle havaları hep çok sevdim. Dışarı koşturan çocuklar ve diğer insanlar. Acelesi olmayan yavaş yavaş yürüyerek hayatın tadını çıkaran insanlar. Bastığı yeri incitmeyen insanlar. Güleç insanlar… Hepsini izlemek bana hep keyif verdi.
Büyük bir ağacın altına yerleştirilmiş banka oturdum. Elimde kalan son anıyla haşır neşir olmak için yavaşça açtım zarfı. Belki defalarca okuduğum mektubu bir kez daha okumak için.
—
Üç haftadır görmediğim ve hayatım boyunca aşık olduğum tek adamı o kadar çok özlüyorum ki.. Ufacık burnum sızlıyor her aklıma geldiğinde. Yani her saniye.. Hep son görüştüğümüz gün aklımda . O gün ise benim doğum günümdü. İki gün öncesinde büyük bir kavga etmiştik. Birbirimize çok kırgındık. Ama iki gün sonrasında doğum günü olan ben olduğum için -öyle olmasa bile- ben haklıydım. Doğum günüm kutlanacak, isteğim yerine gelecek, Ali özür dileyecek ve ikimizde yaşadığımız tartışmayı unutmuş halde mutlu mesut olacaktık.
Kavgamızın sebebi ise çok basitti. Ben Ali’nin benden hiç bahsetmediği ailesi ile tanışmak istiyordum. O ise beni tanıştırmayı bırak, annesine ve babasına benden bahsetmiyordu bile. Nedenini bilmiyordum. Ama uzun süredir devam eden ve gayet mutlu olduğumuz ilişkimiz ailelere söylenmeyi hak ediyordu. Benim fikrim bu doğrultudaydı çünkü ben anneme Ali’den bahsetmiş ve onları tanıştırmak için de fırsat kollar haldeydim. O ise benden hiç bahsetmemişti. Ailesi ile arası çok iyi değildi anlıyordum ama benden bahsetmesi belki de benim ailesi ile tanışmam onların da ilişkilerini düzeltecekti. İşte bu sebepten kavga etmiş ve birbirimize çok ağır konuşmuştuk. Ne ben onu anlıyordum ne de o beni. Kavga ettikten iki gün sonra sabah kapının çalışıyla uyanmıştım. Kapı da cılız bir çocuk ellinde bir demet papatya ve bir mektup kağıdı ile bekliyordu. Ali’nin gönderdiğini biliyordum. Yüzüm güldü ve cüzdanımdan biraz para alarak kapıdaki çocuğa uzatıp çiçekleri ve zarfı aldım. Zarfın içinde bir piyano dinletisi CD’si ile bir mektup vardı. Mektup kâğıdının ön yüzünde “lütfen müziği dinleyerek mektubu oku” yazıyordu. Mektubu okumak için sabırsızlanıyordum.
Dediği gibi yaptım. Ardından çiçekleri koklayıp mektubu açtım. Beni kendisine tekrar tekrar âşık eden bir mektup yazmıştı. Okurken göz yaşlarımı tutamamıştım. Mektupta bir hikâye yazıyordu:
“Yaşlı adam sabahın ilk ışıklarını görmeden evden çıkmıştı. Şimdi ormanda güneş kendini gösterirken yürüyordu. Bu kış çok çetin geçmişti. Hala yer yer kar kalıntıları vardı. Yaşlı adamın yürüyüşüne çatırdayan dalların ve bir kaç karganın sesleri eşlik ediyordu.
Büyükçe bir ağacın dibinde ufak bir göl oluşmuştu. Göl yeşildi. Yaşlı adam göle yaklaştı ve çömeldi. Diz hizasında bir sis vardı ve tüm ormanı kaplıyordu. İleriye doğru baktığında sisi adeta yok ederek ona doğru yaklaşan bir şey gördü. Çok küçük bir şey…
Bembeyaz bir kelebek… Baharın, uzun çetin bir kışın bitişinin müjdesi.. Yanı başında ki ağaca kondu. Yaşlı adam güçlü bir umut hissetti. Gözleri yaşardı belki de yüzyıllar sonra…
Aynı anda orta Asya’nın bir zamanlar şenlikli bir yöresinde yıpranmış saf bir ruh eşarbını başına geçirdi. Ürkek adımlarla evinin bahçesine çıktı. Gözleri sapsarı idi… Sabır istedi gökyüzüne bakarken… ve kocaman bir yıldız kaydı çocukluğundan beri böyle bir şey görmemişti… Çok güçlü bir umut hissetti… Zulümden kurumuş göz pınarları ıslandı yüzyıllar sonra..
Çok uzak bir diyarda o kadar uzak ki ne gözler ne sesler ulaşmayan o yerde yıllardır süren kuraklık neredeyse çölleşmiş tarlalarında bilmem kaçıncı kez kuyu kazan genç karı kocayı vazgeçmenin eşiğine getirmişti… Stoklarda yiyecek kalmamış içme suyu bile neredeyse bulunmaz olmuştu… Adam elindeki kazmayı yere bıraktı güneşten kararmış alnına kazmaktan nasırlaşmış ellerini götürdü karısına baktı. Karısı büyükçe bir kayanın gölgesinde gökyüzüne bakıyordu. Teni bronzlaşmış ve yer yer sarı toprak kıyafetlerini renklendiriyordu. Birden ayağa kalktı kadın… Yüzünde şaşkınlık ifadesi gökyüzüne bakıyordu. Adamda kafasını çevirdi gökyüzüne. Uzaklardan öncü bir yağmur damlası tüm rahmeti ile Yaradan’ın hızla düşüyordu. Kadının burnuna değdiğinde karı koca güçlü bir umut hissetti ve yağmurdan önce gözyaşları ıslattı toprağı… Yüzyıllar sonra ilk kez…
Ve bir hastanenin içinde bir umut, bir şarkı, bir düş doğdu. Tanrı ona Ela adını uygun gördü. Bir adama ve binlerce kadına umut olsun o gülümsesin diye…
Ve ne zaman baksam sana ya da ne zaman yüzün gözüme gelse… İşte o yüzyıllar sonra gelen umudu hem de hepsini birden yüreğimde hissettim gözlerim doldu bedeninde kocaman kalbinde nefes aldım seni çok seviyorum..
Sana daha iyi bir yar olacağım. Affet beni sözlerim ve hırçın davranışlarım için. Kocaman yüreğine al beni affet. Çünkü sen benim umudumsun, düşümsün, yağmurumsun, yıldızımsın, baharımsın. Sen benim prensesimsin.”