İkinci yılı oluyor yalnızlığımın. Bu yılda ellerimi yalnızca montumun cebiyle ısıtıyorum. Zaman ne hızlı geçiyor kısmını, artık geçmişte bırakmak istiyorum. Bıraktım da keza. Alıştım artık bu hükmen yalnızlığa, kendimle barışık, hedeflerime doğru adım adım gittiğim bir hayatı sürdürüyorum.
Gecenin bir saati yine kısık gözlerler ekrana, kaleme, kâğıda bakıyorum, hafif bir ışık var yüzüme vuran, onun sayesinde görebiliyorum zihnimden geçenleri nereye yazmam gerektiğini. Kafamdaki kuruntulardan onun sayesinde arınıyorum.
Zor uyuyorum geceleri. Bir o yana bir bu yana dönüp, dönüp, duruyorum.
Kafamın içinde bir ses var, susturamıyorum.
Birisi var, görmezden gelemiyorum.
Heyecanlanmamak istiyorum, olmuyor ama.
Balonunu kaybeden küçük bir çocuk gibiyim ki bilirsiniz küçük çocuklar için balon ne denli önemli, bir özgürlük timsalidir. Göklerdedir çünkü balon. O çocuğun ulaşamadığı her yere ulaşır, içi hava ile doldurulan, rengarenk sevimli poşetler.
Eline de bir çubuk verilir çocukların. Tutabilmeleri için balonlarını. Zira bilindiği üzere, balon dediğiniz şey özgürlüğüne düşkündür, bir an dahi bırakırsanız uçup gidecek kadar düşkündür üstelik. Görmezden gelinesi bir düşkünlükten bahsetmiyoruz, anlık heves olmaktan çok uzaktır balonların özgürlüğe olan düşkünlüğü.
Benim sevgiye olan ihtiyacım da öyle işte. Anlık bir heves olmaktan çok uzak, her şeyimi paylaşabileceğim birini diledim çocuk yaşımda. Oldu da. Sonra bir şeyler, ters gitti.
Ben balonumu kaybettim, daha ufacık bir çocukken. Ondan sonra da gördüğüm her şeyi bir balona benzettim, tekrar kaybederim diye de yaklaşmaya çekindim.
Çok sonraları anladım ama, artık balona ihtiyacımın olmadığını, sevginin balondan ziyade daha çok gökyüzünü andırdığını.
Her gördüğüm balonda heyecandan ayaklarım birbirine dolana dolana bir şekilde hayat öğretti bana bazı konularda kendimi olabildiğince geride tutmam gerektiğini. Sabırsızlığın her şeyi ne denli mahvedebileceğini.
Bir balon, basit şey değil mi sizce de? Sevginin masumiyeti, çocuğun tertemiz kalbi, hepimizin çocukken bir balonu oldu ama biz çocuk olduğumuz için o balonun kıymetini bir türlü bilemedik işte. Bilemediğimiz için de o balon bir yerden sonra uçup giderek, yalnız bıraktı bizi. Kendinden öncesini hatırlattı, hatırlatmakla da kalmadı, bizzat yaşattı.
Tekrardan balonsuz kaldık ama ne değişti biliyor musunuz?
Artık çocuk değiliz, yine de aklımızın bir köşesinde duracak, rengarenk balonumuzla gökyüzünü seyrettiğimiz o mutlu, yarına umutlu hallerimiz.
Özleyeceğiz de keza yarın bir gün, eskiyi. Bu özlem aslen eskiyi değil de alışılmış, güvenli alana olacak da diyebiliriz aslında.
Bizim neyi özlediğimiz bariz ortada gerçi, fazla kasmaya, yokuşa sürmeye gerek yok işi, biz masumiyetimizin zirvesiyle doyasıya sevip, sevildiğimiz o dönemi özlüyoruz.
Balon malon hikâye.
Bir süre daha yalnız kalırsak şayet, artık yalnızlığımızı yıkacak olanla hiç tanışamayacağız, keza onunla tanıştığımızda da kuvvetle muhtemel, kendimizi geride tutacağız, adım atmaktan yoksun, öylece bir köşede oturup uzaktan uzağa seyre dalacağız. Onu da o sebepten kaybedecek yahut olabildiğince geç kavuşacağız, bir ışık yolu öteden besbelli yalnızlık treninin rengi.
Herkes bir arayışın içinde ama kimse ilk adımı atmak, tabuları yıkan olmak istemiyor, bekliyorlar sadece.
Bekliyorlar öylece, herkes prenses olmuş bu devirde, kızı ya da erkeği kalmamış artık bu işin. Gerçek anlamda seven insanların, büyük bir kısmında adım atacak dinçlik kalmadığından mıdır bu alışılmış yalnızlık?
Bilinmez. Bilinen kesin bir şey varsa, o da kesinlikle bizim aşkı yalnızca lafta istediğimizdir.
Aşkı aramayı kesip bir köşede oturarak aşka kavuşmamaya dair ne denli bir aptallık ettiğimiz, ileride elbet bu sebepten ötürü hayli çekeceğiz.
Kendimizi neden bu kadar kilitlediğimize dair serzenişler de edeceğiz.
Hiçbiri kaybedilen yıllarımızı geri getirmeyecek lakin bize.
Ak düşen saçlarımız, sakallarımızla, çatallaşan sesimiz, buruşmaya başlayan alnımız, yorgun gözlerimiz, perperişan ruhumuzla, bir başımıza kalacağız.
Kim bilir kaç yılı daha yalnız başımıza kutlayacak, pastamızdaki mumu üflerken, sevdiceğimize değil de yere, masaya, mumu alevine bakacağız?
Acaba kaç yıl daha hükmen yalnızlığa mahkûm, aşk dolu günlerin serabına hasret bir hayat yaşayacağız?
Kendimizi hala çocuk sanmaya, oturduğumuz yerden rüzgârın bize balon getirmesini beklemeye, getirmeyince de depresyona girmeye devam edersek eğer, eminim uzunca bir süre daha yalnız kalacak, yanlış olacağız.
Pastaya çift dikilen mumları tek kişi söndüreceğiz.
İçimizdeki yalnızlığın mumu mu?
Onu yine kendi başıma söndürmeyi denerken buz tutmuş ellerimi yakmaktansa, tekrar montun cebine koyup, sessizce yürümeyi tercih ederim.
Kutlu olsun yalnızlığın ikinci yılı, doğru insanla aşk orucunu bozmamın, değilse de ebediyen yalnız kalmamın dileğiyle.
İyi günler herkese.