Karaköy Vapuru’nun sancak tarafındaki sıraya geçip oturdu. Ayağının neredeyse altında toplanmış ıslak halattan uzaklaşmak için biraz geç kalmıştı. Sıranın en ucunda oturduğu için arkasından gelen birkaç yolcuya geçiş izni verir gibi az geri çekilirken bir yandan da halatın üzerinden atlamayı beceremeyen narin kesim kızlara yol verdi.
Bir İstanbul fotoğrafına bakarken içinde bulunduğu anda sanki bütün hikayesine vakıf oluyormuşsunuz hissini veren o çok belirgin yerlerini bugün de olabildiği kadar dolaşmak istiyordu. Rehbersiz yalnız ve başına buyruk bu gezmelere her çıkışında kalbinde bir ağrı ve burukluk hissetse de kimseye bir şey vaat etmemekle birlikte herkesin kendisinden bir şeyler beklediği bu acayip şehir ne yapıp edip fikrini çeliyor önünde açtığı yeni sahnelerle ama kısa ama uzun bir şarkı tutturup onu oyalıyordu. Bu şarkıyı diline doladı mı işin tamamdı artık. Ne gamın kalırdı ne kasavetin. Yine de hep dışındaymış gibi geliyordu İstanbul’un. Buralı değildi, geleli çok olmamıştı daha. Ama şimdiden buraya ait bir hikayesi vardı sanki.
Atılan simit parçalarını havada kapmaktan başka gailesi olmayan martılar çok çene bazdı Allah için. İlk onlar ele geçiriyordu insanın kafasını. Sonra vapurlar, dalgalar, sirenler, rüzgar ve Boğaz. Eğer burada dönüp gelecek bir evin varsa iyi bir sürgün yeriydi İstanbul. Buradan gitmekten ne çok korkuyordu. Daha doğrusu artık bir yerden gitmekten ölümüne korkuyordu.
İstanbul’u daha az fotoğraflar olmuştu. Onu zapt etmeye çalışmanın gereği yoktu. Sadece sevip okşamak ve onunla iyi geçinmek yeterdi. Evet okşuyordu İstanbul’u. Taşını, demirini ağacını ve suyunu. Zaten bu şehrin var olmak için hiçbir resme, şiire, şarkıya ihtiyacı yoktu. O olduğu gibi vardı. Bunca insan sadece kendi İstanbullarını aramışlardı ama o bunların hiçbirine benzemiyordu.
İnsana yokluğu da iyi öğretiyordu laf aramızda. Hiç olduğunu. Sadece hayatı seyreden bir çift göz ve işiten bir çift kulak olduğunu.
Gerçek, diye düşündü içinden gülümseyerek eğer tek olsaydı tek ve bütün olsaydı ona şahitlik etmek ya da onu anlamak için iki göze ve kulağa gerek olmazdı belki. Bu onun belirsizliği için de geçerli olmalıydı. Öyle belirsizdi ki şu gerçek denilen şey beyin bile ikiye bölünmüştü onun yüzünden ve her iki bölümü de henüz fikir birliği edememişti gerçeğin ne olduğuna dair. Fakat sezgilerine daima güvendiğini biliyordu. Gerçeğin bilinebilir değil sezilebilir olduğunu varsaydı sonra. Tam şimdi karnının acıkmaya başladığını sezdiği gibi. Ve arkasından vapura binen o garip görünüşlü ufak tefek adamın onun yanına oturmak için birkaç saniye önce karar verdiğini de sezmişti.
Vapur Kadıköy’ü uzaktan bir çizgi hattı gibi görecek kadar ilerleyince, terliklerini sürüyüp götürmekten eciş bücüş olmuş tırnaklarının gömülü olduğu çirkin ayaklarına aldırmadan bacak bacak üstüne atıp yerine iyice yerleşti adam.
Adamın ayaklarını fark edince neşesi kaçmıştı. Kendisininmiş gibi durmayan kısa paça pantolonu da üzerindeki eski gömlek kadar ütüsüzdü. Başını çevirip bakmadan da adamın kuru ve esmer yüzündeki iri kahverengi beni görebiliyordu. Eski ve çok ağır metal kayıştan bir saat vardı kolunda. Önlerinden atlayarak geçen iki çocuğa yol vermek için o da ayakların geri çekti sonra. Ve arkalarından gelen genç kadına dikkatlice baktı. Uzun ve kıvırcık kızıl saçları vardı kadının. Yüzü saçları değdikçe boyanmış gibi kızıl çillerle kaplıydı.
– Hoppaa ! dedi adam kızıl saçlı kadın halatın üzerinden sıçrarken. Geçince de – hadi bakalım diye rahat bir nefes aldı.
Durmadan pike yapan martılar güverteden sarkanların kafasına çarpacak gibi pervasızdılar. Ama her seferinde havada asılı kanatlarıyla zınk diye durup yukarıya doğru kanat çırparak geride kalmayı başarıyorlardı. Yoksa yol vermiş vapurun hızı bile engel olamazdı bu çarpışmalardan kaçmaya.
Limanın kırmızı vinçlerini sağa almış gidiyorlardı şimdi.
Neden hep kavga ettiklerini düşündü kocasıyla. Aralarında bir sen ben kavgasıdır gidiyordu. Çok efeleniyordu öfkelenince, biliyordu. Erkeklerin bunu kaldıramayacağını da. Ama böyleydi işte kahretsin.
Sonra öfkesi geçince erkeklerin ayrıcalığı olan kuvvete duyduğu hıncı unutuveriyordu. Aynı kuvvetin şefkate dönüştüğünde o kavrayıcı ve güven veren olgunluğunu istemeye başlıyordu. Bu ikisinin aynı kaynaktan doğuyor olması ne kötüydü.
Babaya sahip olmana gerek yoktu. Yeryüzündeki en güçlü ve en şefkatli erkek oydu ve ebediyen sana aitti. Onu senin baban yapan anneyi de severdin. Anne onun kusurlarıyla uğraşırken babanın şefkati mukavelesiz imzasız sana ait olurdu. Aynı şefkate babandan başka bir erkekte ihtiyaç duymak işi bozuyordu işte. Söz vererek bağlandığın yabancı bir adamda aynı şefkati aramak neden bu kadar zordu ? Çünkü işin içine başka işler karışıveriyordu o zaman. Bir sürü formalite, bir sürü kapris ve karşılıklı alışverişler. Birçok başka insan. Ve sana ait olmuyordu hiçbir zaman. İşin en tutarsız yanı buydu. Sen ona ait olmalıydın. Bu güzel. Ama bazen seni de istemediğini söyleyiveriyordu işte. Üstelik o bir yanıyla hep başka şeylere başka insanlara ait oluyordu.
Gene çok daldım diye silkelendi ve kıyıyı seyretmeye koyuldu. Kız Kulesi uzaktaydı. Bütün bunları düşüneli belki birkaç dakika olmamıştı.
Yanındaki adam şu ilk çıkan modellerden eski küçük telefonuyla birini aradı. Sanki araması gerekmiyordu da laf olsun diye aramış gibi konuşuyordu. Aynı şeyleri tekrarlayarak lafı uzatmaya çalıştığı belliydi. O kadar zavallı bir hali vardı ki hiç arkadaşı yoktur diye geçirdi içinden. Olsa da kendine benzer hayırsız insanlardı besbelli. Bir yere varmayan anlamsız sohbeti bitince başını çevirmeden – Ben Kadıköyünde oturuyorum dedi.
Neydi şimdi bu ? Bana ne senin nerede oturduğundan be adam sordum mu ? diye geçirdi içinden.
Nezaket denilen şey öyle illettir ki içinizden sövdüğünüz anlarda bile zarif papyonunuzu düzeltip kadeh tokuşturmaya devam ediyor olabilirsiniz örneğin. Başını çevirip adama baktı. Duymazlıktan gelmek zor gelirdi daima. Bir şey söylememekte kararlıydı. Sessiz kalarak adamın teklifsizliğini anlayıp susmasını bekliyordu. Adam oralı olmadı, konuşmaya devam ediyordu. _ limanda çalıştım ben tam onbeş sene. Evveliyatı da var tabii ama orda burda işte. Gömlek cebinden sigara paketini çıkarıp uzattı.
_ İstemem teşekkür ederim.
_ Çakmağın var mı ? Benim ki bi türlü yanmıyor mendebur.
İsteksizce çantasında hep bulunan kibriti çıkardı. Bu aslında komikti. Ama adam eski bir alışkanlıkla rüzgara rağmen avucunun içinde ustaca yakıvermişti kibriti. Kafasını eğip dumanı arka arkaya çekerken siyah beyaz bir fotoğraftaki gibi çirkin ama gerçek görünüyordu. Sigarayı tuttuğu elinin işaret parmağıyla limanı göstermeye devam ediyordu. _ Yalvaçlıyım ben. Kırk yılı geçti İstanbul’a geleli. Sen nerelisin ?
Buyrun bakalım ! Kendini anlattığı yetmiyormuş gibi şimdi de nerelisin diye soruyordu hadsiz adam. Dinliyormuş gibi bile yapmamıştı oysa. Kalkıp gitmeye üşendiğine pişman olmuştu. Adamın halindeki vurdumduymaz doğallık olmasa çoktan azarı yapıştıracaktı ama ortada henüz azarlanacak bir şey de yoktu. Bu gereksiz monoloğu istediği zaman bitirebilirdi.
_ Buralıyım dedi.
_ Sen de mi Kadıköyünde oturuyorsun ?
_ Hmm…
_ Kocan ne iş yapıyor ? Tepesi atmaya başlamıştı. Yüzüğümü farketti herhalde diye düşündü. Başını iyice adama doğru çevirip dik dik baktı. Oralı olmadı adam ;
_ Bu telefonlardan anlar mısın ? Kendinden hallice telefonunu elinde evirip çeviriyordu. Saati yanlış bunun. Tarihi de yanlış. 2009 da mıyız biz ?
_ Anlamam. Kolunuzdaki saate bakın. O da yanlışsa ayarlayın. Saat tam olarak 3’ü çeyrek geçiyor.
_ Saatim doğru dedi adam. Sigarası ağzının kenarını yakacak kadar ufalmıştı. Telefonla laf olsun diye konuştuğu gibi Karaköy’e de laf olsun diye gidiyordu herhalde. Bu gereksiz konuşma bitmişti nihayet.
Sesleri çok önemsiyordu. Yaşlanmaya yüz tutmuş erkeklerin ses tonlarında bir benzerlik buluyordu. Kim olurlarsa olsunlar, hangi toplumsal kategoriye girerlerse girsinler yaşlanmaya başladıklarında seslerinde benzer bir tonlama oluşuyordu sanki. Genç erkeklerin tıpkı kızlar gibi henüz yerini bulmamış bir ses tonu olurdu. Belki kızlarınkinden daha akortsuzdu ama kızların buyurgan konuşmalarına eyvallah eden ve yalvarır gibi çıkan bu yeni yetme erkek sesleri kendi aralarında atıp tutarken havai fişek patlaması gibi kontrolden çıkardı. Yaşlanmaya başladıklarında ise hepsi birer baba gibi konuşmaya başlardı. Bu değişim kadınlarda fazla olmazdı. Ama erkekler hep bir ağızdan aynı sesi çıkaran oratoryo korosu gibi dünyanın her yerinde aynı tonlamayla konuşuyorlardı. Babalar, kocalar ve ihtiyarlamış tüm erkekler aynıydı. Bu ortak tonlama yapay olmasa gerekti. İçinde hayatın omuzlarına yüklediği yükü, kadınlara ve çocuklara eşit olarak paylaştırdıkları şefkati ister istemez belli eden bir olgunluğu taşıyordu. Belki de bu yüzden yakın ve tanıdık gelen ve küçük birer kız çocuğu oldukları zamanları ansıtan bu tonlama eğer içinde sinsi detonasyonlar barındırmıyorsa kadın kalbinde şefkat hissini harekete geçiren bir parola gibi algılanıyordu. Şimdi yanında oturan bu biçimsiz ve zavallı görünüşlü adamın sesinde de aynı aşinalık vardı.
_ Emekli olmama daha var benim. Olunca yeni bir telefon alacağım diye kaldığı yerden devam etti adam. Bunda bi numara yok. Yeni telefonlarda maşallah her şey var.
Aman iyi al diye geçirdi içinden. Adam izmariti yanmaya başlayan sigarasını parmaklarının arasında birkaç kere ileri geri sallayarak atma hızını hesapladı. Sonra denize fırlattı.
_ Karım vardı benim diye devam etti. Öldü. Bunu sanki ilk defa söylüyormuş gibi konuşuyordu. Sonra kendi duyacağı kadar boğuk bir sesle _ Kahretsin! dedi.
Bu _kahretsin ! içinde bulundukları mizansenden çok başka bir yere aitmiş gibi kulağında uğuldadı. İnsanoğlunun hayat yolculuğundaki bütün derdini kederini ve çaresizliğini kaçınılmaz bir sonla noktalayarak denizin ve gürültünün içinde kaybolup gitti.
_ Başınız sağolsun. Adam ona bakmadan başını salladı. Başka bir şey söylemedi.
Vapur iskeleye yanaşmak üzereydi. yanlarında oturan yolcular çoktan ayaklanmışlardı. Peşinden geleceğini biliyordu. Keşke gelmese diye düşündü. O çelimsiz bacaklarınla ve o rezil terliklerinle koşsan bile bana yetişemezsin. Sen bir sokak köpeği değilsin. Ondan daha acizsin. Üstelik hiçbir sevimli yanın yok. Git işine ! Kimseyi rahatsız etme. Evet _ Kahretsin ! Hep mi yalnız bu şehirdeki insanlar ? Bu nasıl çaresiz bir yalnızlıktır ki bulaşıcı bir hastalık gibi her yana yayılmış. Peşimden gelme be adam ! Beni rahat bırak. Ben hiçbir zaman böyle aciz ve sersem olmayacağım. Kimse olmasın böyle. Bak gör şimdi seni arkamda bırakıp nasıl kaybolacağım. Ne halin varsa gör seni sersem !
Bunları düşünerek kendi kendine söylene söylene vapurdan iskeleye sıçradı. Sonra çantasından telefonunu çıkarıp kocasını aradı ;
_ Biliyor musun Beşiktaş’a kadar yürüyeceğim dedi. Peşime bir adam takıldı. Dur bakayım evet çok geride kalmış. Bana yetişemez. Evet gözden kayboldu zaten. Bir şeyler daha konuştu. Sonra telefonu kapattı.
Karaköy’de oyalanmaktan vazgeçmişti. Sahil tarafından otoyola geçti. Çaresizliği, yoksulluğu ve kimsesizliği arkasında bırakmak istermiş gibi uzun upuzun kaldırımda koşar adımlarla tek başına gidiyordu. Yorulmak aklına bile gelmemişti.