Konuşulacak çok şey var ama konuşmaya halimiz yok. Yaşanacak çok şey var ama yaşayacak hayatımız yok. Deliklerimize çekilmiş fareler gibiyiz, bir kediye yem olmamak uğruna karanlıkta boğulmaya razıyız. Düşüncelerimiz boğulsa da duygularımız körelse de canımız her şeyden daha kıymetli çünkü biz, artık et yığınlarıyız. Ya da bunları düşünmemek için gözlerimizi kapatıp, kulaklarımızı tıkayıp yere düşe düşe parçalanan vücutlarımızı hissetmeden, koşarak kendi belirsizliğimizi var ediyoruz.
Aslında asılsızlığımızı bencilliğimizle örtüyor, örtülemeyecek düşler varken biz yaşamak istediğimiz değil de yaşatmak istenileni yaşıyoruz.
Kendimizden o kadar acizleşiyoruz ki bir tutam mutluluk uğruna onlarca bedeni ölüme terk ediyoruz. Tüm mutluluklar ebedi sanıyor oysaki bizi ebedi ve hakiki kılacak olan düşüncelerimizi boş mezarların, adsız mezar taşlarına bırakıyoruz. Bu toprakta çiçek açmaz fark ediyoruz ama farklılıklarımızı var etmekten korkuyoruz. Sonra bir an geliyor gecenin ardından doğan Güneş’ e, baharlarımızı veremiyoruz.
Koyun sürülerinden farksızdır hayatımız ama koyunlara da saygı duymuyoruz. Sürüden ayrılanı kurda teslim etmemek için savaşmak yerine o kuzuyu kendi ellerimizle kurda veriyoruz. Bir başka deyişle biz kurt olmayı seviyoruz.
Sürüleri yaratanlara baş kaldırmaktan korkmayalım, güneşe umut vermekten de sevgi topraklarına umut tohumu ekmekten de korkmayalım. Çünkü cam fanuslar, biz korktukça daralıyor, sınırların dışı yaşama bağırırken biz neden monotonluğumuzda eriyen insanlarız ki ?
Birileri hasta, yorgun ve umutsuz çünkü üreten değil de tüketilen olmaktan doalyı, nefes aldığını bile hissedemeden bir kule inşa ediyor. Düşüncelerimizi tutsak etmek için inşa ettiğimiz o kuleleri artık adaletsizliği tutsak etmek için kullanmalıyız.Düşüncelerimiz kadar bizim de özgürlüğe ihtiyacımız var.
Günün doğmasıyla açıyor çiçekler, düşüncelerle geçiyor tüm hazin umutlar. Çiçeklerin açması gibi ölü toprakların canlı insanları, bir varoluş rüzgarıyla çoğalıyor geleceğe.