Yaklaşık beş bin yıl önce Tanrı Thot’un, Mısır kralı Thamus’a yazma becerisini armağan etmesinden bu yana çok şeyler değişti hayatımızda. Krala hiyeroglifi açıklayan Tanrı Thot, yazının kötü hafızayı ve az bilgeliği tedavi etme konusunda en iyi ilaç olduğunu söyledi. Ama kral armağanı geri çevirdi. Gerekçesi ise şuydu; ”Hafıza mı? Bilgelik mi? Bu buluş unutkanlığa neden olacaktır. Bilgelik özde olur ve onun görüntüsünde değil. Başkalarının hafızasıyla insan hatırlayamaz. İnsanlar kaybedecek, ama hatırlamayacaklardır. Tekrarlayacak ama yaşamayacaklardır. Birçok şeyi keşfedecek ama bunların hiç birini gerçekten tanımayacaklardır.” Kral doğru mu söylüyordu acaba? Fakat kral itiraz etse de insanoğlu Tanrı Thot’un hediyesini kabul etti. Yazıyı kitaplarla buluşturdu. Farklı dünyalara açılan bilgeliğin anahtarı olduğunu anladığında ise vazgeçilmez bir ortaklık kurdu yüzyıllar boyunca. Kağıtla bütünleşen yazının peşinden giden insanoğlu onun açtığı yoldan ilerlemeyi bazen tutku boyutuna vardırdı. Bazıları Borges’in dediği gibi onu kendine evren yaptı. Bazıları onlardan devasa mekanlar inşa etti. Bazıları da korktu onlardan ve yaktıkları kitap yığınlarının küllerinin göğe yükselmesini büyük bir keyifle seyretti.
Zamanı alt etme ve zamana karşı direncin sembolü olan bu kitaplarla aramızdaki ilişki her şeye rağmen kesintisiz devam ediyor. Çünkü çağın koşullarına ve yeni biçim arayışlarına göre değişen görüntüsüne rağmen kendi amacına ve ruhuna sadık kalabilen az sayıdaki eşyadan biridir kitaplar. “İnsanlar kitapların kaderlerini de değiştirler. Bir vazo, bir kahve makinesi kitaplardan çok daha önce eskir, kırılır, bozulur. Bir kitap sahibi onu parçalamak, sayfalarını yırtmak, ateşe atmak istemediği sürece işlevini yitirmez” diyor Arjantinli yazar Carlos Maria Dominguez, Kâğıt Ev adlı hikâyesinde.
“1998 ilkbaharında Bluma Lennon, bir kitapçıdan Emily Dickinson’un şiirlerinin eski bir baskısını aldı ve ilk köşe başında, tam da ikinci şiiri okumaya başladığında bir arabanın altında kaldı. Kitaplar insanların kaderlerini değiştirir…” cümleleriyle başlıyor anlatı. Başlangıcı tam bir kara komedi… Hikâye, edebiyat profesörü olan Bluma Lennon’a gelen bir kargonun ölümünden sonra arkadaşının eline geçmesiyle bir keşif anlatısına dönüşüyor. Buna neden olan da kargodan çıkan bir Joseph Conrad kitabı(Gölge Hattı). Carlos Brauer tarafından gönderildiği anlaşılan bu kitabı ilginç yapan ise üzerindeki çimento kirleri. Adsız anlatıcının biraz da merakla başladığı bu keşif yolculuğu bizi birbirlerine kitapla bağlı insanlarla tanıştırıyor. Keşif yolculuğu ilerledikçe kitap koleksiyoncusu olan Delgado ve başkalarından dinlediğimiz hikâyelerle asıl kahramanımız Brauer’le tanışıyoruz. Onu hikâyenin kahramanı yapan ise kitaplarla kurduğu takıntı derecesine varan ilişkisi. Kitapları karalamayı barbarlık olarak gören Delgado’nun tersine kitaplarıyla sevişiyor ve onlara iz bırakmadan duramıyor Brauer. Banyoya yığdığı kitaplar buhardan zarar görmesin diye soğuk suyla duş alan, onlarla yaşamak uğruna çevresinden uzaklaşan, parasız kalan ve tarifi zor bir deliliğe sürüklenen bir adam var karşımızda. Anlatıcı, onunla hiç tanışamasa da izini sürerken tanıştığı tanıklar sayesinde bize o kadar güzel anlatıyor ki; anlatı boyunca okur onu merak ediyor. Hikâyenin geçtiği yerin Borges’in yaşadığı Buenos Aires olması da ayrıca çok manidar.
Pencere üstünde bir Borges, onun üstüne Kafka ve yanına Hemingway’ın Silahlara Veda’sının ciltli baskısı; her zaman hacimli kitaplar yazarı olan Cortazar ve Vargas Llosa, Aristoteles, Camus ve çimento harcıyla Marlow’la ölümcül bir şekilde bağlanmış Shakespeare’den oluşmuş bir ev çıkıyor karşımıza hikâyenin ilerleyen bölümlerinde. Tüm bu kitaplar duvarları yükseltmek, bir gölge yaratmak için bir araya gelmişler. Tarih boyunca bize farklı dünyaların kapılarını açan kitaplar şimdi gerçek anlamda bir ev… Brauer’in yıllarca biriktirdiği kitaplardan inşa ettiğini anlıyoruz bu evi. Yıllardır tutkuyla biriktirdiği kitaplarla ayrılamayıp en sonunda böyle bir çare bulmuş kahramanımızın. “Hala benim arkadaşım onlar. Kışın üzerimi örtüyor, yazın gölge yaratıyorlar. Koruyorlar.” Adsız anlatıcı evin olduğu sahile geldiğinde Bruer’in evinin yıkıntılarıyla karşılaşıyor. “Evrensel edebiyat, sefil bir isyanla kumulların arasından çıkıyordu. Defterleri dürülüp birbirine yapıştırılmış, sayfaları herhangi bir dâhinin yaratabileceğinden çok daha geniş patikalarla, çatlak ve pislik içindeki kapaklarında bir gözü andıran deliklerle dolu, ışığı arayan ve yeniden kumula gömülen kitaplar…”
Görgü tanıkları balyozu eline alıp evi yıktığını anlatıyorlar ona. Kargoyla gelen kitabın neden çimento ile kaplı olduğu da ortaya çıkıyor böylece. Ama anlamadığımız bir şey var. Hayatının yok oluşu pahasına biriktirdiği kitaplardan yaptığı bu evi sadece arkadaşına göndermek istediği kitabı bulmak için mi yıkmıştır? Yoksa yalnızlıktan bıktığı ve kitaplarının sessiz çığlıklarını duyduğu için mi? Bu istek daha önce bitmesi gereken, bir şeyin sonu mu onun için? İşte tüm bu sorular yanıtlanmayı bekliyor.
Manguel’in dediği gibi biriktirmek; bize dayanılmaz gelen şeyler üzerinde kontrol sahibi olmak; onları hep elimizin altında tutma isteğinin bir sonucu. Bu dürtüyle başlayan nesnelerle olan ilişkimiz, zamanla ve farkında olmadan içine hapseder bizi. Sadece sahip olma dürtüsüyle kendimize sakladığımız ve kendimize kurduğumuz bu evrenin bir önemi olabilir mi? Kitaplarla kendi hapishanesini yaratan kahramanımızın, evine indirdiği her balyoz darbesi aslında dışa kapattığı bilincine de inmiyor mu? “İnşa edilen bir kütüphane, yaratılan bir hayat demektir; yığılmış kitaplar toplamı değildir asla.“ Bir yığın halini aldığında kitaplar işlevinden uzaklaşmamış mıdır? İşte belki de bunun farkına varıyor Brauer. Evi yıktıktan sonra onu bir daha kimse görmüyor. Ama insan düşünmeden de edemiyor; pişman olmuş mudur kitaplar uğruna yok ettiği hayatı için… Kitapların belleğimizin dehlizlerine bıraktığı bilgileri gerçekliğimiz içinde harmanlamadığımız bir yaşam, yıkıntılardan başka nedir ki… Asıl olan bilginin bize sunduğu bilgelikle gerçekliğimizi birlikte ördüğümüz yenidünyalar yaratmak değil midir? Bütünleşememiş bir hayat ne işe yarar…
Hayata dair birer fikir olmak yerine bir yığının parçası mı yapıyoruz kitapları? Anlatının başında denilenin tam tersine biz mi kitapların kaderlerini değiştiriyoruz? Bir tutkunun, nelere yol açabileceğini gördüğümüz bu hikâyeden çıkaracağımız çok ders var… Sahip olmanın yaratığı hırsla gerçeklikten kopmuş kahramanıyla ve diğer kitap tutkunlarıyla bizi yolculuğa çıkaran Dominguez, kitapla olan ilişkimizi sorgulamamızı istiyor bizden. Sorgulamalarımızla hangi davranışlarımızı değiştireceğiz? Ya da değiştirebilecek miyiz? Bilmiyorum…
Ama bildiğim bir şey var, Kral Thamus kitap tutkusunun insanı bu hale getirdiğini görebilmiş olsaydı eğer; Tanrı Thot’a sunduğu gerekçesine kesin bunu da eklerdi…
Kaynak:
Carlos Marıa Dominguez, Kâğıt Ev, Jaguar Yayınları
Eduardo Galeano, Aynalar, Sel Yayınları