Üniversiteyi kazandığım o sene aynı zamanda kötü şeyler yaşadığım bir seneydi. Aslında koskoca 4 senelik lise dönemim başlı başına kötü bir süreçti. Ergenliğinizin en doruk noktasında olduğunuz ve buna dayanarak kendinizde olur olmadık şeylere üzülmeye hak bulduğunuz ama aynı zamanda da 20’li yaşlara geldiğinizde ne kadar çocukça olduğunu fark edeceğiniz bir süreç hem de. Kazanmak tek gayem olmuştu, kazanıp bulunduğum şehirden toksik ilişkilerden, beni yoran her şeyden uzaklaşmak istiyordum. O yüzden de kazanıp İstanbul’a kocaman bir şehrin akıntısına bırakmalıydım kendimi. Nitekim kazandım da, o gün geldi çattı. Eşyalarımı toplayıp odama şöyle son kez bakıp gece saat 11.30 İstanbul otobüsüne binmemle son buldu. İçimde hiçbir burukluk yoktu aksine çok heyecanlı ve mutluydum. Aynı hevesle İstanbul’a ve yurt odama yerleştiğim günün gecesi bir saat kadar banyoda suyu açıp ağladım. Aynı odayı paylaştığım bir yabancı, bana ait olmayan eşyalar.. Sahi aitlik neydi? 18 yıl boyunca aynı evde, aynı yüzlerle aynı eşyaları paylaşırken cansız nesnelere bile birer sempati duyuyor ve onlarla içsel bir bağ kuruyordunuz. Benimki de öyle olmuştu. Bana ait olmayan yatak, masa, dolap ve odamı paylaşacağım bir kişi daha. İlk bir hafta tam anlamıyla karın ağrısıyla geçti. Asla rahat hissetmiyor, kendime ait hissedeceğim bir an, bir işaret arıyordum. Annemle konuşuyor iyi olduğumu söylüyordum ancak telefonu her kapattığımda onu daha şimdiden ne kadar özlediğimi hissediyordum. Annem oldum olası serçe parmağımdaki benden öperek severdi beni, annemce seni seviyorum demekti bu. Öyle naif hissettirirdi ki bu şimdilerde anlıyorum. İlk haftalar yurtta kahvaltıya bile indiğimde aşırı huzursuz hissediyordum, çevremdeki herkese baktığımda çoktan alışmışlar her şey normal gözüküyordu. Bu kadar anormal olan ben miydim? Kendimi daha suçlu ve yalnız hissediyordum. Geldiğim yere, evime, odama geri dönmek istiyordum resmen. Tek başımaydım, kahvemi termosa koyup sahile gitmek için hazırlandım. Annem aklıma geldi, kahvemizi hep birlikte içerdik ve bana her seferinde kahvenin yanına en sevdiğim çikolatalardan mutlaka koyardı. Yurdun karşısındaki markete girdim ve kendime en sevdiğim çikolatayı aldım. Belki bu iki şey bana biraz olsun evimde hissettirebilirdi.
Sahile indiğimde dayanamayıp annemi aradım. Ağlayarak ona hissettiğim her şeyi anlattığımda çok üzüldü ama beni iyi hissettirebilmek için elinden gelen her şeyi kilometrelerce uzaktan yaptı. O sıra serçe parmağımdaki ben gözüme ilişti, gülümsedim ve parmağımı dudaklarıma götürdüm. ‘’Anne az önce serçe parmağımdan öptüm!’’
Ne kadar kaçmak için can atsanız da doğup büyüdüğünüz yer, aşina olduğunuz yüzler, her gün geçtiğiniz sokaklardan vazgeçemiyordunuz. Ben de ne kadar kaçmak istersem isteyeyim bir o kadar oraya yeniden gidebilmek için can atmıştım.