“Ezop’un şu lanetli dilinden söz et” demiş Cemal Süreya, Ezop’u boşver, La Fontaine’ı de öyle; senin masallarından söz et bana. Kurbağalar prens olsun mesela, çirkin bir ejdarhanın koruduğu uzak diyarlardaki kuleye kapatılmış uzun saçlı prensesler özgür ve mutlu… Parşömene divitle aşk mektubu yazsın şovalyeler örneğin. Öyle ki Shakespeare bile kıskansın seni, sen Romeo ile Juliet’e değil; Romeo ile Juliet hayran olsun sana ondan sonra…
İnsanlar yeterince masal anlatmış zaten, insanlar yeterince masal dinlemiş, yeterince çocuk yalanlara sarılarak uyumuş… Sen; hiçkimsenin kimseye anlatmadığı masallardan söz et bana… Sen sus, ben konuşayım bazen; sonra ben susayım, sen başla. İçinde portakal fideleri olsun sözlerinin. Bazen de yavrularını kaybetmiş, iyi niyetli kargalar… Havada yoğun nem, her nefeste iyot kokusu, dışarıda parlayan bir güneş ve ardından gelen ferah bir yağmur… Öyle özgür olsun ki gerçekliğimiz, anka kuşunu besleyelim bir gün ellerimizle. Fizik kuralları “imkansız” dese de suyun üzerinde yürüyelim yakamozların bize eşlik ettiği bir akşam. Dolunay yalnızca yeryüzündeki suyu çekmesin kendine, bizim de ayaklarımızı da yerden kessin. Hatta uçalım, tabi uçalım… Ama uçmak için güvercinlerinki gibi kanatlara değil, sadece mutluluğa ihtiyaç duyalım. Yıldızlara değsin ellerimiz. Işığa tutunca parlayan minik bir galaksi olsun avuç içlerimiz o gecenin ardından… Uyurken hiçbir şey korkutamasın beni; hatta en önemlisi uyanıkken de öyle. Geriye kalan her şeyi boşver. Sen; imkansızın mümkün olduğu, hayallerin gerçek olduğu masallardan bahset bana..