İLKSÖZ: Bu makaleyi, 2012 yılında yazmıştım.
Şöyle bir baktığımda, yayınlanmasının, geçmişten günümüze siyasal değişimleri okumak ve değerlendirmek babında faydalı olduğunu düşündüm.
O zamanlar, ben, AK Parti’nin ülkemiz adına iyi şeyler yaptığına inanan biriydim. Belki de ben de kandırılmışlar içindeydim.
AK Parti, son tahlilde benim gibi düşünenler açısından tam bir “hayalkırıklığıdır”!
Neyse… Daha fazla uzatmadan sizleri makalemle başbaşa bırakıyorum…
—————–/——————
89 yaşındaki öykü ve roman yazarı ve yine gazeteci OKTAY AKBAL, ülkemizin gidişatından endişe duymaktaymış.
Ben, Sayın Oktay Akbal’ı tanımam.
Hiçbir eserini de okumadım.
Büyük ihtimalle benim cehaletim, Sayın OKTAY AKBAL’I tanımamam.
Sayın AKBAL, DOĞAN HABER AJANSINA memleketimizin son durumları hakkında değerlendirme de bulunmuş.
Şimdi, ben de Sayın Oktay Akbal’ın değerlendirmelerinden bazı bölümleri, sizlerle paylaşmak istiyorum.
“Atatürk’ü unutturmak isteyen niyetler var. Eğitim sistemini bozmak, gençleri dinden uzaklaştırmak istiyorlar. Sivas katliamı yok sayılıyor, askerler ve gazeteciler hapse atılıyor. Türkiye çok kötüye gidiyor. Ölseydim de bu günleri görmeseydim”
“Atatürk’ün bize verdiği görev asıl şimdi başlıyor. Yaşım 90’a geliyor. Beni seven kadar sevmeyen de vardır. Ben bildiğimi, hayatımı yazdım. Cumhuriyet çocuğuyum, 1923’te doğdum, Cumhuriyetle birlikte büyüdüm. Türkiye Cumhuriyeti’nin çok yücelmesini isterim. Ülkeyi yönetenler, yanlış yollara sapıyorlar Cumhuriyeti, başka türlü bir hallere sokmak istiyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri vardır. Atatürk’ü vardır. Atatürk’ün temelleri vardır. Kurtaran O’dur. O bakımdan Atatürk’ün bütün eserlerinin birer birer yok edildiğini görmek beni çok üzüyor. Elimden geldiği kadar yazılarımda da iktidardakileri uyarmaya çalıştım”
“Sayın Başbakan’a ‘Sen benim oğlum yaşındasın dikkat et. Bu gidiş iyi değil, her gidişin bir sonu vardır, yarın ne olacağını bilmek gerekir, bugün olursun ama yarın olamazsın’ diye nasihatinde bulundum. Türkiye’nin birtakım yanlış meseleleri var. Dört dört dört getirerek eğitim sistemini bozmak ve gençleri dininden ayırmak istiyorlar. Gençleri şimdiye kadar dinlerinden kimse ayırmadı. Bizi de ayırmadı. Ben dindar değilim, ama dine saygılı bir adamım. Ayrıca bilime ve ilime saygılı olmak lazım. Önce ilim ve bilim geliyor, din zaten bilime dayanır”
“Şimdi görüyorum ki toplum bozulmuş. Ülkenin başına gelen arkadaşlar yanlış yola saptılar. Atatürk’ün çizdiği yoldan ayrıldılar. Bu gidişleri de hiç iyi görmüyorum. Daha önce 10 senelik iktidarların birden bire kül gibi dağıldığını gördük. Dikkatli olmak gerekir. Türkiye’nin bir çizgisi vardır, ananesi vardır, bir geleneği vardır. Türk milleti asker millettir. Binlerce yıldır asker millettir. Asker milletin askerlik ruhunu öldürmemek lazım gelir”
-DOĞAN HABER AJANSI(17.03)-
Tamam, Adalet ve Kalkınma Partisi, üç dönemdir Türkiye’de tek başına siyasi erk olarak, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetlerini kurarak, ülkeyi idare etmekte/yönetmekte…
Tamam, ister kabul edilsin, ister reddedilsin, isterse arkasında türlü argümanlar aransın; AK Parti, şuana kadar, 2002’den önceki koalisyon hükümetlerine göre, çok daha başarılı ve “icraatçı” hükümet, yine bir çok alanda diğer siyasi iradelerin adım atmadığı/atamadığı, ve belki de adım atmaya “cesaret” edemediği alanda/alanlarda ülkemizi, az sonra yazacaklarım benim kendi fikrimdir, pozitif ve olumlu yönde dönüştürdü, AB standartları denilebilecek hususlarda değişikliklere imza koydu…
AK Partinin, belli alanlarda belli başarıları sağladığı, sorunların üstesinden geldiği, kotarılması gereken hususları kotardığı ifade edilebilir; yine kişinin hayata bakışı, felsefesi ve ideolojisine göre, bu durumların ya “hakkı” verilir ya da “yadsınır”…
SON SEÇİMLERDE, AK Parti, %50 gibi bir seçim oranıyla tekrar işbaşına geldi.
Yine, iktidarın %50’sine karşılık, karşı tarafı oluşturacak bir %50’lik kesim de mevcuttur.
Normal olarak, AK Parti, kuramsal olarak, herkesin hükümeti olmalıdır; yani sadece kendisine oy veren kitlelerin siyasi erki değildir, sanırım böyle bir yaklaşım izlenmemelidir.
Demokrasinin prensibidir, seçimlere girilir, halk sandık başına gider, ve dilediği partiye oy verir. Onun teveccüh ettiği siyasi parti iktidara geldi diye, sanırım diğer kitlelerin ülkenin yönetiminden, geleceğinden, icraatlarından mahrum bırakılması, siyasal sistemden tecrit edilmesi DÜ-ŞÜ-NÜ-LE-MEZ…
En azından, ülkemizde parlamenter demokratik sistem mevcuttur. Bu bağlamda, demokrasimizin rengi de “çoğunlukçu” değil, “çoğulcu” tondadır. Yine, ben şahsen, durumun böyle olması gerektiğini düşünmekteyim. Çoğunluğu elinizde bulundurmanız demek, ülkenin rotasını, tek başınıza belirlemek de olmamalıdır. Parlamenter rejim, iktidarla anamuhalefet veya muhalefette bulunan siyasi partilerin/aktörlerin, grupların, rahatlıkla istişare yapabilmelerine, görüş alış-verişinde bulunabilmelerine, ülkeyi “derinden etkileyebilecek” hususlarda daha titiz tartışma ve mesai yapabilmelerine olanak tanımakta, hiçbir engel ve sorun da yaşamamaktadır.
İktidarda Adalet ve Kalkınma Partisi vardır.
Ama, muhalefet de vardır.
Her ikisi de eşanlıdır.
İktidar, doğal olarak başarılarından bahsetmekte ve övünmektedir.
Muhalefet de doğal olarak, “muhalefet” yapmakta ve şikâyet etmektedir.
Haksız da değildirler.
Şunu söyleyebilmeliyiz.
Ülkemizde belli bir kesim rahatsız. Ülkede cereyan eden gelişmelerden, yapılmaya çabalanan değişikliklerden, dünyanın son konjonktürel durumunu da göz önünde bulundurarak, endişelenmekte, hatta fırsat bulurlarsa, bu endişelerini de ifade etmektedirler. Özellikle, toplumumuzun tamamını etkileyebilecek değişimlerde veya icraatlarda, siyasi iradenin, toplumun diğerleri adına meclis çatısı altında yer alan diğer partileri de dinlemesi gerekir, onların da görüşlerine önem verdiğini göstermesi gerekir.
Çoğunluğu tesis etmek kolaydır. Matematikseldir. Seçimlere girer, eğer başarılı bir dönemden de geliyorsanız, halkın desteğini de hissetmişseniz, doğal olarak demokrasinin ilkesi gereği sandıktan galibiyetle çıkarak, “çoğunluğu” sağlarsınız.
Ya “çoğulculuk”?
Çoğulculuk, nasıl tesis edilecektir?
Demokratik sisteme, çok sığ olarak bakar veya yaklaşırsanız, tamam seçim bitti, biz kazandık, mecliste bizim, yürütmede bizim, bu anlayışın olduğu bir yerde, nasıl “çoğulculuk” yaşatılır?
SON DÖNEMLERDE, özelde başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’da, genelde de AK Partide bir hırçınlık gözlemlemekteyim. Evet, belki başbakanın karşısında konumlananlar, başbakana ve iktidarına çok fazla ve yersiz, yine mesnetsiz çıkışlarda, eleştirilerde, ithamlarda bulunuyorlardır. Gerçeğe dayanmayan veyahut manipülatif değerlendirmeler yapıyor olabilirler.
Fakat, başbakan RECEP TAYYİP ERDOĞAN’IN son dönemlerdeki ister meclis parti grup toplantısında olsun, ister iştirak ettiği toplantılarda olsun, ister gazetelerde basılan fotoğraflarında olsun; profili epey gergin ve sinirli olarak yansımakta bana. Parti grup toplantılarındaki konuşmaları, değerlendirmeleri, bazen sert tonlarda gerçekleşmekte. Surat hattının gerginleştiğini ve kızardığını görebiliyorsunuz. Aslında, Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın, daha sakin ve siyaset erbabı olmanın verdiği “olgunluk” ve “ustalıkla” konuşması gerekmez mi? Veya, bu biçimde konuşsa, bu biçimde tavırlarını kontrol etse, daha pozitif bir durum sergilenmiş olmaz mı?
Daha önce ifade ettiğim gibi…
AK Parti, onlara gönül verenlerin teveccühü ile işbaşına gelmiştir. Burada hiçbir sorun yoktur.
Lâkin, siyasi parti; “siyasi erk olunca” veya “hükümet olunca”, herkesin hükümeti olmuyor mu?
Olması gerekmiyor mu?
Özellikle, siyasi gücü elinde bulunduranların, daha fazla “empati” yapması gerekmez mi?
Geçmişte, şuan Cumhuriyet gazetesi yazarı olan Sayın BEKİR ÇOŞKUN, Abdullah Gül Cumhurbaşkanlığına seçildiğinde, benim Cumhurbaşkanım değil demişti. Sanırım, aynı durumu Türkiye Cumhuriyetleri Hükümetlerini Adalet ve Kalkınma Partisi kurarken de düşünmüştür. Kendisi doğal olarak, vakaya, “duygusal” olarak yaklaşmış ve tepki vermiştir.
Siyasi iktidar olanların, üstlendikleri sorumluluk ve vazifenin niteliğinden ötürü, duygusal tepki verme lüksleri olmasa gerek. Hatırlarsanız, başbakan Recep Tayyip Erdoğan, sık sık konuşmalarının arasında “Biz bakkal dükkânı işletmiyoruz, devlet yönetiyoruz…” cümlesini kullanır. İşte bundan ötürü, başbakan Erdoğan’ın bence, toplumun “diğer kesiminden” seslere daha fazla kulak vermesi gerekir.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve kurduğu siyasal hareket içindeki yol arkadaşları, siyaset serüvenlerinde; yine ister kabul edilsin, ister reddedilsin, ister ikiyüzlülük olarak addedilsin, haksızlığa ve mağduriyetlere maruz kalmışlardır.
CARİ KONJONKTÜRDE, Sayın Erdoğan başbakandır…
SİYASİ ERKİN başıdır…
Muktedirdir…
“Siyasal” olarak güçlüdür…
İnsanlar açısından tahayyül edebilir, haksızlığa ve mağduriyete uğramanın ne demek olduğunu.
Daha önceleri, kendileri, “ötekiydiler”…
Siyasal sistemin “yabancılaştırılmışlarından” idiler…
Türlü türlü kalkışmalar ile siyasal hayatları, “kesintiye” uğratılmaya çabalanmıştı ve özellikle de bazılarında muvaffakiyet elde edilmişti.
Bence, başbakan Recep Tayyip Erdoğan, daha fazla diyaloga girmeli, kendisi gibi olmayanlarla, daha fazla onların arasına karışmayı “denemeli” ya da “çabalamalı”…
Bilmem hatırlar mısınız? Bir ara Sayın Ertuğrul Özkök, şu hani ülkemizde restleşmenin, kutuplaşmanın had safhada olduğu, Sayın Özkök’ün “Beyaz Türkler” namına ve temsilcisi olarak yazılar kaleme aldığı günlerde…
Bu yazılarının birinde… Başbakana hitaben, sizin gibi olmayanları anlamak adına, modernlerin endişelerini hissetmek adına, şöyle boğazda bir restorantta karşılıklı olarak ellerimizde rakı kadehleriyle bir yemek yiyebiliriz gibi bir şeyler yazmıştı.
Tam olarak böyle değilmiştir; ama yaklaşık olarak anlatmak istediği yukarıdaki gibiydi Sayın Özkök’ün.
Fantezi gibi gelebilir… Ama, bence, çok saf bir değerlendirme yatmaktaydı bu yazıda. Ben okuduğumda öyle hissetmiştim. Evet, neden olmasın ki…
Bu, bir sembolik durum analizidir.
İllaki, kadehler ellerde içki içmeye gerek yok.
Önemli olan, bir elin diğer ele uzanmasıdır.
Çok mu zor? BİRBİRİMİZİ ANLAMAK, DİĞERİNİN NE HİSSETTİĞİNİ ÖĞRENMEYE YÖNELİK ÇABALAR ÇOK MU GEREKSİZ? İLLAKİ SENDEN Mİ OLMASI GEREKİR KARŞINDAKİNİN? SENELERİN ÖBEKLEŞTİRDİĞİ BARİYERLERİ YIKMAK, ÇOK MU ZOR?
ÇOK MU ZOR?