Yerli Malı Arif

O kadar uzun bir zamandır işsizdim ki tek meşguliyetimin ezelden beridir iş aramak olduğunu düşünür olmuştum. Babamın bitmek bilmeyen dırdırından ve can sıkıcı nasihatlerinden nasibimi almamak için erkenden çıkıyordum evden. Çıkmaktan da ziyade, kaçıyordum. Babam eve gelene dek de dönemiyordum eve. Evden babamla birlikte çıkıyor olsak da, babam, ‘bu haylaz benden sonra tekrar eve gelir de koca gün yatar,’ diye anahtarımı almıştı çünkü.

Sabahın köründe kendimi sokaklara atınca gideceğim tek yer de kıraathane oluyordu mecburen. Allah’tan Casper ocakçıydı da kıraathaneyi o açıyordu. Kıraathaneye gittiğimde birkaç emekli ihtiyar ve Casper’dan başka kimsecikler olmuyordu kıraathanede. Casper da benim gibi yalın ayağın tekiydi. Ona neden ”Casper” dediklerini hiç sormadım. Zaten bir görünüp bir yok olmasından dolayı lakabını sorgulamam da gereksiz diye düşünüyordum. Kuru götlü, oradan oraya koşturan, üç gün çalışıp beş gün yatan bir işe yaramazdı kendisi. Hâl böyle olunca da en çok beni seviyordu. Kıraathanenin sahibi gelmeden önce çayımı getiriyor, sıcacık iki simitle de karnımı doyuruyordu sağ olsun. Hatta, bir önceki akşam da kıraathanenin sahibine kızmışsa, dört adet üçgen peynirle kıraathaneciyi cezalandırıp beni ödüllendiriyordu. Hakkını yiyemem, iyi çocuktu Casper.

Öğlene doğru mahalledeki bütün aylak adamlar kıraathaneye doluşuyorlardı. Ben de göz ucuyla kıraathaneciye bakınıyor, gelmemişse pişti atıyordum. Cebimde beş kuruş para olmadığından kısa oyunları tercih ediyordum sürekli. Kıraathaneciyi görünce de el çabukluğuyla masadaki kâğıtları toplayıp yenilirsem hesabı ödemeyim diye hükmen mağlup saydırtıyordum kendimi. Sonra da kâğıtları ve yazbozu çaktırmadan Casper’a verip başka masalarda sineklik yapıyordum. Zamanla bu duruma rakiplerim de alışmışlardı.

Kıraathaneden sıkılınca aheste aheste Eti Parkı’na, köpek gezdiren zengin kızlara bakmaya gidiyordum. Çalılıkların ve ağaçların arasına gizlenmiş banklar vardı parkta. Sotede genç liseliler öpüşüyorlardı sürekli. Parka öyle uzun zamandır gidiyordum ki, hangi köpek hangi çalının dibine kokusunu bırakıyor ezbere biliyordum. Lakin Eti Parkı’nın müdavimi olmama rağmen köpeğini gezdiren güzel kızlardan bir tanesinin bile bir gün olsun yanıma oturmuşluğu yoktur. Ne hikmetse, nerede bir kokona teyze varsa hep o çöreklendi yanıma. Bende şans ne gezer!

Yine bir gün, gündüzleyin kıraathanede oyalandıktan sonra akşama doğru Eti Parkı’na gittim. Birkaç iş ilânına başvurup olumsuz yanıt aldığımdan canım çok sıkkındı. Casper’dan aldığım borç para ile en ucuzundan bir şarap aldım. Bir yandan şarabı kafaya dikiyor, diğer yandan da ‘bir şarapçı olmadığın kalmıştı, onu da oldun sonunda,’ diye kendime kızıyordum. Şarap içmenin adabını bilmediğimden yarım saatte bitirdim şişeyi. Üstüne cila olsun diye üç de bira içince içim alev alev yanmaya başladı. Eve gitmek için kalktığımda başım döndü ve düşmemek için tekrar bank’a oturdum. Biraz vakit geçince yeniden kalktım ve eve gitmeden önce ayılabilmek için güzergâh olarak uzun olan yolu tercih ettim.

Köprübaşı’na geldiğimde başımın dönmesi nispeten azalmıştı. Hamamyolu’na doğru yöneldim. Orta yerinden yarıp geçtim Hamamyolu’nu. Hedefimde Akarbaşı’na ulaşıp oradan eve geçmek vardı. Odunpazarı’na gelince Mal Hatun Parkı’na zor attım kendimi. Önce fıskiyeli havuzun dibine kustum sonra da parkın amfi tiyatro şeklindeki oturma yerlerinin üzerine…

Kusunca rahatladım biraz. Çimenlerin üzerinde yattım bir süre. Ne vakit sonra kendime gelir gibi olunca ayrıldım parktan. Balmumu Müzesi’ne yaklaşırken ileride bir kargaşa olduğunu gördüm. O kargaşada bir sokak serserisi, yanında eşi olan kadının çantasını kaptı ve hızla bana doğru koşmaya başladı. Kadının ”İmdat,” çığlıkları sarhoşluğumun son tortularını da attı üzerimden. Kadının kocası kapkaççının peşinden koşsa da kapkaççıya yetişmesi pek mümkün gibi görünmüyordu. Kapkaççı öfkeli kocadan kaçarken hızla bana doğru yaklaşmaktaydı. Üzerime doğru gelirken birden pantolonunun kıç cebinden bir sustalı çıkarıp kendince bana gözdağı verdi. İki seçeneğim vardı. Ya kenara çekilecektim, ya da kapkaççının üzerine atlayıp kahraman olacaktım.

Düşünecek fazla vaktim yoktu ve sarhoş sayılabilecek bir kafayla doğru bir karar vermem de olanaksızdı. Üzerimdeki yazlık montu çıkarıp Tatar Ramazan Sürgünde filmindeki ”Abdurrahman Çavuş,” gibi doladım koluma. Yaptığım hareketten sonra kapkaççının gözlerindeki paniği görmek hoşuma gitti. Kapkaççıyla aramızda iki üç adım mesafe kalınca kapkaççıya kolumla müdahalede bulunacakmışım gibi yapıp feyk attım. Bir elimle kaldırımın kenarındaki demirlerden tutunup güç aldıktan sonra sağlam bir çelmeyle şerefsizi yüzüstü yere kapakladım.

Adam yere düşünce hemen çullandım üzerine. Koltuk altlarından kollarımı geçirdim ve ellerimle de başını kaldırım taşına bastırdım. Bu hareketi Fikri abiden öğrenmiştim. Manyak herif, ne zaman kızlara hava atacak olsa üzerimde bu hareketi uygulardı. Nasıl canım yanmışsa artık yıllardır unutamamışım o gıcık hareketi. Adam altımda ecel terleri dökerken geriye dönüp mağdur olan çifte doğru bakma ihtiyacı duydum. Ne de olsa kahramandım artık. Aradan birkaç dakika geçince ilkin öfkeli koca geldi yanımıza. Sonrasında da korkmuş ve paniklemiş karısı. Çok az bir zaman sonra da polis otosundan inen iki polis memuru…

Şaşkın gözlerle polislere bakarak ”Siz ne çabuk haber aldınız da geldiniz memur bey. Cidden muhteşemsiniz!” dedim. Polislerden birisi ”Haber almadık. Karşıdan kargaşayı izliyorduk. Olay nihayete erince de geldik işte,” dedi. Heyecandan karakolun burnumuzun dibinde olduğunu unutmuştum. Tabii her zamanki gibi polislerin de olay bitince olay yerine geldikleri gerçeğini de…

Bir süre sessizlik oldu. Sonra diğer polis ukala bir ses tonuyla ”Hadi aslanım burası Kırkpınar değil. İn adamcağızın üzerinden de adam bir nefes alsın,” dedi. İçtiğim bir şişe şarabın ve üç biranın hakkını verip o cümleyi polise yediresim geldi ama başımı kaldırıp resmî üniformayı görünce götüm yemedi. ”Tamam,” deyip kalktım adamın üzerinden.

Polislerin nezaretinde kapkaççı, mağdur çift ve ben karakola gidip ifade verdik. İfadelerimizden sonra kapkaççı mahkemeye sevk edilmek üzere karakolda kalırken; ben, evli çiftle birlikte çıktım karakoldan. Evli çifte bakıp ”Ne akşamdı ama!” dedim, kasıla kasıla. Kadın elimi sıkıp teşekkür etti. İri yarı kocası da sımsıkı sarıldı. Adam sarılırken kemiklerim kırılacak diye korktum. Çam yarması gibi bir adamdı kadının kocası. Yüzünde bir şeyler söylemek isteyip de söyleyemiyor gibi bir ifade vardı. Karısı, ”Arif!” diyerek, konuşması için adamı cesaretlendirdi ve adam:

”Size ne kadar teşekkür etsek az. Sizin yerinizde bir başkası olsa asla bu cesareti gösteremezdi. Eşim ve ben size minnettarız,” dedi.

”Estağfurullah. Ben sadece yapmam gerekeni yaptım. Abartılacak bir şey yok, büyütmeyin n’olur.” diye durumu vatandaşlık göreviyle bağdaştırdım.

”Olur mu öyle şey! Hayatınız pahasına adamın önüne atıldınız. Gerçekten hakkınızı ödeyemeyiz,” şeklinde sonuçlandı diyalog.

Adam konuştukça içim bir tuhaf oldu. İlk kez birisi tarafından övülüyordum. O an hiç bitmesin istedim. Adam kahramanlığıma sayısız methiyeler düzdükten sonra cüzdanından çıkardığı kartvizitini uzatıp mutlaka iş yerine beklediğini söyleyerek karakolda isminin Perihan olduğunu öğrendiğim eşiyle gecenin karanlığında uzaklaştı yanımdan. Ben de Akarbaşı’na, ev istikametine doğru yürüdüm.

Eve geldiğimde söverek kapıyı açan babamın yüzü kıpkırmızıydı. Babam ne zaman bir şeylere kızsa kızarır. Çoğunlukla da kızgınlığının sebebi benimdir zaten. Babamla göz göze gelmemeye çalışarak ürkek bir hâlde ”Selamünaleyküm,” dedim. En çok da böyle anlarda arıyordum annemi. Babamla aramda hep tampon görevi görmüştü annem, beni buna alıştırmıştı çünkü. Ama artık öyle bir şansım olmadığını bildiğim için böyle durumlarda sıklıkla odama kaçmayı tercih eder olmuştum. Yine aynı şeyi yapmak için odama doğru yönelmişken ”Nerdesin lan sen bu saate kadar? Nerelerde sürtüyorsun oğlum sen? Sen hiç adam olmayacak mısın it herif!” diye bağıran babam, güvenli limana sığınmama mani oldu.

Soruların art arda gelmesinden ve son sorunun sonuna ”it herif” gibi aşağılayıcı bir ifade eklenmesinden dolayı bu sefer ‘iş ciddi,’ dedim içimden. Öğlene kadar kıraathanedeydim öğleden sonra da parkta köpek gezdiren kadınları dikizledim diyemezdim. Bunları desem bile içtiğim bir şişe şarap ve üç biradan sonra anlatacağım olaya inanmazdı babam. Gerçi ben anlattıktan sonra ”Siktir lan ordan!” deyip yatmama müsaade edeceğini bilsem tereddütsüz anlatırdım da, yaşadıklarıma inanmazdı işte. O, şarap içip sarhoş olduğuma takılır, sonrasını da kıçımdan uydurduğumu düşünürdü. Çünkü babamın bana karşı hiç güveni yoktu. Kısa zaman zarfında, holde bu düşünceler geçti aklımdan.

Kardeşim gürültüye uyanınca çölde serap görmüş gibi sevindim. Babamın zaafının olduğu tek canlı, kardeşimdir. Uyku mahmurluğuyla ”Neler oluyor baba, ne bu gürültü gece gece?” dedi, Emre. Kardeşimden cesaret alarak ”Yok bir şey kardeşim, sen yat uyu. Ben de yatıyorum. Yarın görüşürüz. Cümleten Allah rahatlık versin,” dedim ve cümlemin karşılığını beklememin tamamen aleyhime olacağını bildiğim için de jet hızıyla odama girdim.

Benim odama girmemden sonra Emre de hemen kendi odasına çekilmiş olmalı ki, gözlerinden ateş çıkan babam odama girip ”Salona çık. Daha konuşacaklarım bitmedi. Bu saate kadar neredeydin hesap vereceksin,” dedi. Haftalarca uyuyabilecek kadar uykum olduğu hâlde pijamalarımı giyip salona çıktım. ”Evet, seni dinliyorum. Söz savunmanın,” dedi. Kıraathane, Casper, pişti, masalarda sineklik yapmam, Eti Parkı, köpekler, sarışın ve güzel kızlar, dolgun kalçalar, liseliler, öpüşmeler… O kadar çok şey vardı ki aslında babama anlatacağım. Ve bu akşam da ilk kez şarap içmem ve azılı bir hırsızın elindeki çantayı sahibine teslim etmem. Karakol, polis ve ifadeler… Ama ben babama sadece ”Hiç,” diyebildim.

”Ne hiçi lan? Oğlum sen beni delirtecek misin? Bugün, bütün gün neredeydin ve neler yaptın? Sorum gayet açık ve net. Ve emin ol yaptıklarını adam gibi anlatana dek uyumayacağız. Bu akşam bu mesele hallolacak!”

”Hiç dedim ya baba. Sabah erkenden çıktım birkaç iş başvurusu yaptım. Sonra da Rıfkılarla takıldık biraz.”

”Başka?..”

”Bu kadar işte baba. Başka atraksiyon yok. Zaten cebimde para mı var ki bir şeyler yapabileyim? En fazla sağda solda oturuyorum. Hepsi bu.”

”Çalışırsan paran olur itoğluit! Ben senin yaşındayken… Bırak şimdi masal anlatmayı da iş buldun mu, iş?”

”Şey…”

”Yarın sabah erkenden kalkıp Reşadiye Cami’nin önüne, amelelik yapmak için beklemeye gidiyorsun. Bundan böyle inşaatlarda amelelik yapacaksın. Ameleye ihtiyacı olan vatandaşlar gelip seni caminin önünden alacaklar. Bir yerden başlaman lazım. Yeter artık bu kadar serserilik! İyi bir iş bulunca da ameleliği bırakır yeni işine başlarsın.”

Babamın bu sefer şakası yoktu. Kendimi inşaatlarda amelelik yaparken hayal edince sanki ölü bir kuş uçamadığı için beynimden düşüp mideme çakıldı. Telaşlandım. Gözümü karartıp anlık bir kurtuluş uğruna ”Henüz cümlemi bitirmeme izin vermeden geleceğim hakkında radikal kararlar alıyorsun baba. Bugün aradığım işi buldum ben. Aslında sürpriz olması bakımından sabah erkenden sizinle kahvaltı etmek için kalkınca söyleyecektim ama sen bu kadar ısrar edince ben de dayanamayıp şimdi söylüyorum işte,” diyerek, babama yalan söyledim. Babam çok sevindi ama belli etmedi. Nedense, öfkesini cömertçe belli eden babam sevincini sürekli kendi iç dünyasında yaşayan bir adamdır.

”Ne işi bu? Kaç para maaş alacaksın? Servis var mı? Sigorta yapıyorlar mı? Yemeği orası mı verecek? Fabrika mı? Vardiyalı mı?..”

Babamın endişe ve mantık kokan sorularına hayranlık duymamak elde değildi. Lakin ben daha çalışacağım işi bile bilmiyordum. Arif’in bana verdiği kartvizite bakma gereği bile duymadan kartviziti cebime koymuştum. Zaman kazanmak için hemen odama koşup gömleğimin cebimde duran kartviziti kaptığım gibi babama uzattım. ”Baya havalı bir yer baba. Kartvizitler falan, baksana,” dedim. Babam bir süre parıl parıl parlayan kartvizite baktıktan sonra ”Kartvizite bakılırsa adam işine baya önem veriyor. Yüksek mimar olması da çok çok iyi. Yalnız, ‘J.’ ne sikim bir soy ismidir oğlum? Belli ki Arif olacak yavşak yabancı kökenli birisi,” dedi. Yaptığım en kusursuz şeye dahi illaki bir kulp bulan babamın takıla takıla adamın soy ismine takılmasına hiç şaşırmadığımdan ”Olsun, maaşımı versin de hangi milletten olursa olsun,” dedim. ”Aferin,” dedi babam ”bak, şimdiden kafan çalışmaya başladı. İş hayatı böyle bir şey işte. İş bulur bulmaz olaylara bakış açın değişti. Hadi git yat, sabah erken kalkacaksın!”

Sabah erkenden kalkıp babam ve kardeşimle birlikte kahvaltı yaparken babam anahtarlığından söktüğü kapı anahtarımı büyük bir marifet yapıyormuşçasına tekrar, bana iade etti. Yüzündeki ifade iki yüzlü dönek siyasetçilerin kurayla ev sahibi yaptıkları fakir ailelere geniş bir basın ordusu karşısında daire anahtarlarını teslim ederlerken takındığı ifade ile birebir aynıydı. Bildiğin copy-paste. Babamın bu gereksiz şovuna cümle kurma ihtiyacı hissetmediğimden ”eyvallah” mahiyetinde başımı salladım. O kadarcık da havam olmalıydı. Nihayetinde bugüne bugün ben de çalışan birisiydim(!) ve bu yüzden, bu durumun gerektirdiği hakları sonuna kadar kullanmalıydım.

Babam ve kardeşimi yolcu ettikten sonra uzun bir aranın ardından evde yalnız kalmanın tadını çıkardım. Babamın kötü gün için sakladığı sigaralarından bir tane yakıp ciğerlerimin en dip noktasına kadar dumana boğuldum. Canım akşama kadar yatmak istese de saat 11.00 sularında çıktım evden. Akşam yediğim boku temizlemem gerekiyordu. Niye durup dururken yalan söyledim ki diye çok kızdım kendime. Ama yalanın gerekliliğini hatırlayınca kızgınlığım geçiverdi hemen. Kartvizite bakıp Arif’in iş adresini öğrendim ve derin bir oh çektim. Çünkü Arif’in mimarlık bürosu Kızılcıklı Caddesi’nde idi. Kızılcıklı Caddesi de bütün gün oturduğum Eti Parkı’nın hemen arkasında… Arif’in iş yeri yakın bir yer olduğundan, önce dün akşam başımdan geçenleri Casper’a anlatmalıyım diyerek kıraathaneye gitmeye karar verdim. İnsanın en azından gerçekleri tüm çıplaklığıyla anlatabileceği bir kişi olmalı hayatında. Bu yüzden de Casper benim için bulunmaz bir nimetti.

Kıraathaneye girdiğimde ocakta başka birisini görünce işkillendim. Masalara baktım, Casper yoktu. Ocağa gittim ve kıraathanede ilk kez gördüğüm ocakçıya ”Casper?” nerede diye sordum. ”Casper yok artık, tarih oldu. Bundan sonra bu kıraathanenin kapısından içeriye adımını atamaz,” dedi, yeni yetme ocakçı. Ocakçının lakayt tavırlarına çok sinirlendim. Sen kim oluyorsun da böyle konuşabiliyorsun diyecekken kıraathanenin sahibi, ”Oğlum askıdan ceketimi getir. Ben toptancıya gidip çay, şeker falan alayım,” deyince, sustum. En azından kıraathanenin sahibi gidince olup bitenleri oğlundan öğrenebilirim diye düşündüm. Kıraathane sahibinin katı yürekli, despot ve acımasız birisi olduğunu çok iyi bildiğimden öz oğlu dışında kimseye ”oğlum” diye hitap etmeyeceğini gayet iyi biliyordum. Düşüncemde de yanılmadım. ”Soner abi baban mı?” soruma ”Evet,” diye cevap verdi yeni, uyuz ocakçı.

Çocuğa sert bir bakış attıktan sonra; ”Bana bir çay ver bakalım, orta demlikten olsun,” dedim. Casper, hatırı sayılır müşteriler çay söylediğinde ”Orta demlikten olsun” diye bağırır, sonra ocağa geçer çayı kendisi doldururdu. Yeni yetme ocakçı da kahve kültürümün olduğunu bilsin, beni boş beleş birisi zannetmesin diye o şekilde söyledim çayımı. Çayımı getirince de ”Anlat bakalım, Casper neden bir daha bu kapıdan içeri giremezmiş?” dedim. Orta demlik raconu işe yaradığından çocuk ”Abicim,” diye başladı cümlesine. ”Abicim, Casper denilen şerefsiz hırsızın tekiymiş. Babam kıraathanede olmadığı vakitlerde ocağa doğru dürüst marka atmaz, çay paralarını cebine atarmış. Arkadaşlarından da hiç para almıyormuş ibne,” deyince, hakikatin karşısında çaresiz kaldım bir süreliğine. Sustum. Fakat susmanın suçu kabullenmek anlamına geldiğini bildiğimden ”Külliyen yalan! Kim bilir hangi karaktersizin uydurmasıdır. Casper o zihniyette bir çocuk değil. Hem, sen gözünle gördün mü yaptığını?” dedim. Çocuk gayet kendinden emin bir şekilde ”Ben görmedim ama görenler olmuş abicim. Onlar söylemişler babama. Babam da ansızın baskın yapınca bütün foyası meydana çıkmış itin. Zaten ateş olmayan yerden duman çıkmaz,” deyince, baktım pabuç pahalı bir an önce kaçmak için Casper sayesinde hiç ödemediğimden dolayı, ”Çay kaç para abicim?” diyerek, ayaklandım. Çocuk o kadar zekiydi ki, sorum dolayısı ile benim de Casper’ın beleşçi tayfası arkadaşlarından olduğumu anlamış gibi hissettim. Çocuk, yaşından beklenmeyecek bir esnaflıkla ”Çay benim ikramım olsun,” abi dedi. Kıraathaneden çıkarken ‘vay şerefsiz Casper, aslında ne kadar da iyi insanlarmış kıraathanenin sahipleri. Hırsız köpek,’ diye mogurdandım. Eti Parkı’na doğru giderken yeni yetme ocakçının esaslı bir çocuk olmasına karşın artık gidebileceğim bir kıraathanemin de olmadığını adım gibi biliyordum.

Kıraathaneden çıktıktan sonra ayaklarım ezber ettikleri üzere direkt beni Eti Parkı’na götürdüler. Parkta saati sorduğum kadından vaktin epey ilerlediğini öğrenince çaresizlik ve mahcubiyet içinde Arif’in iş yerine doğru yürümeye başladım. Hiç aramadan, elimle koymuş gibi buldum Arif’in iş yerini. ‘Ar-Per Mimarlık’ tabelası yaratıcılıktan çok uzak bir biçimde gözümün önünde durmaktaydı. Bir süre boş boş baktım tabelaya. Sonra ‘millet doğuştan şanslı anasını satayım,’ derken Perihan çıktı bürodan. ”Aaaa… Siz, bu ne hoş sürpriz. Lütfen buyurun içeriye” diyerek beni büroya davet etti.

”Ne hoş oldu gelmeniz. Biz de babamla az önce sizi konuşuyorduk. Değil mi babacığım?”

”Bu genç yoksa akşamki o kahraman genç mi? Helal olsun sana evlat. Senin gibi adamlar kaldı mı bu devirde?”

Bir süre duraksadım. İki gün üst üste bu kadar övgüyü hak edecek ne yaptım diye düşünürken tok sesli ihtiyar yerinden kalktığı gibi birkaç adımda yanıma geldi ve:

”Ben Arif’in babasıyım delikanlı. İsmim Nüvit. Ben de mimarım ama artık bizlerden geçtiği için işi oğlum Arif’e devrettim. Deli doludur ama iyi çocuktur Arif. Perihan da gelinim. Eksik olmasın burayı çekip çeviren Perihan kızımdır. Gelinim dedim ama kızım gibidir Perihan. Akıllıdır. Arif gibi aklı bir karış havada değildir. Çenem düştü yine. Sahi senin adın ne, ne içersin? Çay, kahve, soğuk bir şeyler…”

Konuşmasından anladığım kadarıyla kalender bir adamdı Nüvit Bey. İsmi icabı da gizemli birisi olduğu muhakkaktı. Sayesinde ilk kez duymuştum Nüvit ismini.

”İsmim Talat, Nüvit Bey. Çay içerim zahmet olmazsa.”

Nedendir bilmem birden cümlelerimi kısa tutma gayreti içerisine girmiştim. Perihan ve Nüvit Bey’in dışında büroda iki kişi daha vardı. Nüvit Bey’in ”Bize üç çay,” diye seslenmesinden sonra bürodakilerden bir tanesinin çaycı olduğunu anladım. Diğeri ise tıfıl, çelimsiz bir çocuktu. Çaylarımızı içerken Nüvit Bey; ”Eee ne iş yapıyorsun bakalım sen evlat? Nerelisin, kaç yaşındasın, nerede oturursun, evli misin, baban ne iş yapar, tahsilin nedir?.. gibi bir sürü soruyu peş peşe sıraladı.

Işık görmüş tavşan gibi kaldım bir süre. Beş para etmez bir adam olduğumu haykırmak geldi içimden. Nüvit Bey’in hangi sorusuna ne cevap vereceğimi bilemediğimden bir müddet aptal aptal çay kaşığıyla oynadım. Sonra Nüvit Bey’in sorularından ve işsiz olduğumu akşamleyin bir şekilde öğrenecek babamın akşamki hışmından kaçış olmayacağını anlayınca ”Hiçbir iş yapmıyorum Nüvit Bey, işsizim,” dedim ‘ş’ harflerine abanarak.

Konuşmam bitince ortama acayip bir sessizlik hükmetti. Göz göze geldiğim tıfıl çocuğun bile bana acır gibi bakıyor olmasından dolayı utanç duydum. Ne diyeceğimi bilemezken birden Arif girdi kapıdan. Denizin ortasında boğulmak üzereyken imdadıma yetişen cankurtaranı görmüş gibi sarıldım Arif’in boynuna. Bir an için olayın şokunu yaşayan Arif kendine gelince hunharca ittirdi beni. ”Sen de kimsin be adam, durup dururken boynuma sarılıyorsun deli misin nesin?” diye de azarladı. Şok üstüne şok bu olsa gerek! Utancımı spatulayla kazımak için yere eğilecekken Nüvit Bey koştu yardımıma.

”Çabuk özür dile Arif! Sen ve ailen için hayatını tehlikeye atan birisine böyle mi teşekkür ediyorsun sen? Böyle mi yetiştirdim ben seni?

Sersemlik bakımından benimle eşit seviyeye gelen Arif bana donuk bir ifadeyle baktıktan sonra ”Siz akşamki beyefendi misiniz yoksa?” dedi, büyük bir şaşkınlıkla. Gözlerinden samimiyet okunan Arif’e masumca bir bakış atarak ”Evet, ta kendisi,” dedim büyük bir gururla. İstediği cevabı alan Arif’i, bir önceki akşamdan sarılmış olmamızdan ötürü yüzünü görmesem bile şıp diye tanıyabilirdim, yeniden. Adam döver gibi bir sarılış nasıl unutulur ki?

Tıfıl çocuk da dahil olmak üzere beşimiz çaylarımızı içerken inşaat sektörü üzerine koyu bir sohbet döndü masada. O esnada tıfıl çocuğun üniversite öğrencisi olduğunu, büroda da part time olarak çalıştığını öğrendim. İş muhabbetinden bunalan Arif biraz soluklandıktan sonra babasından para istedi ve alamayınca da öfkeyle kapıyı çarpıp çıktı bürodan. Ağzım açık olanları seyrederken Nüvit Bey Arif’in terbiyesizliğini omuzlanarak:

”Bak Talat. Madem ki akşam bizimkilerin malı uğruna canını feda edip yardım etmişsin gel seninle bir pazarlık yapalım. Ben seni bu büroda işe alayım, sen de aileden birisi gibi ol ve burada olup bitenleri, gördüklerini, yaşadıklarını sakın ola ki kimseye anlatma. Zaten Hayati üniversite öğrencisi. Bir var bir yok. Sen bizim devamlı çalışanımız ol. Getir- götür işleriyle, faturalarla, belediye yetkilileriyle görüşme işleri vs. işlerle ilgilen. Bir de Arif’le tabii…”

İstediğim işi umduğumdan da kolay bir şekilde elde etmiş olsam da aklım; ”pazarlık” kelimesine, ”Burada olup bitenleri, gördüklerini, yaşadıklarını sakın ola ki kimseye anlatma” cümlesine ve Arif’le ilgilenecek olmama takılmıştı. Sonuçta okumuş, yüksek mimar olmuş birisiyle nasıl ilgileneceğimi çözümleyemedim. Görmüş geçirmiş Nüvit Bey yüzümdeki ifadeden akıl karışıklığımı çözmüş olacak, beni aydınlatmak maksatlı tekrar söze başladı:

”Endişelerini anlıyorum Talat. Daha önce hiç görmediğin birisinin seni işe almak konusundaki şartlarına takıldın. Haklısın da… Lakin değil mi ki sana aileden birisi gibi olacaksın dedim o hâlde bu şartları da sunmak zorundayım. Bak evlat! Dediğim gibi Arif iyi çocuktur, hoş çocuktur fakat yarım akıllıdır. Sen şimdi diyeceksin ki madem yarım akıllıdır, bu adam nasıl oldu da yüksek mimar oldu? Öyle değil! Zekidir zeki olmasına ama saçma sapan işler yapar. Kumar oynar, bir hafta eve barka uğramadığı olur, sağa sola senet imzalar, herkesin her dediğine inanır. Kısacası yarım akıllıdır işte ve de hayırsızdır.”

Nüvit Bey’in ağlamaklı hâli içimi acıttı ve demagoji yapmadığına da bütün samimiyetimle inanınca ”Tamamdır Nüvit Bey. Şartlarınız kabulümdür. Yarın sabah kaçta işe geliyorum siz onu söyleyin,” dedim. Cümlem biter bitmez varlıklı, donanımlı ve eğitimli, koskocaman Nüvit Bey büyük bir sevinçle boynuma sarıldı ve: ”Sekizde evlat. Sabah sekizde burada ol,” diyerek ofisin anahtarlarını ve 100 TL’yi ne olduğunu anlamama fırsat vermeden elime tutuşturdu. Parayı tekrar geri uzatsam da sert bir yüz ifadesiyle bunun mümkün olmayacağını belirtmesinden sonra; ”Peki. O hâlde bana müsaade. Sabah görüşmek üzere. İyi günler,” diyerek ayrıldım ofisten.

Daha bir gün öncesine kadar cebinde hüviyetinden başka hiçbir şeyi olmayan bir adam olan benim, artık ev ve iş yeri olmak üzere iki ayrı kapı anahtarım vardı. Tabii bir de yüz lira param…

İşe başlamış olduğumdan ilk iş günüm sayılabilecek günde eve eli boş gitmemek adına tatlıcıya uğrayıp Emre’nin sevdiği tatlıdan aldım. Yemek bittikten sonra buzdolabından tatlıyı alıp gelince babamın duygulandığını, Emre’nin sevinçten gözlerinin içinin parladığını gördüm. Babamın ne yapıp edip bir şekilde maaş konusuna mutlak suretle gireceğini bildiğimden de ”Bugün epey yoruldum. Yarın da erken kalkıp işe gideceğim. Size iyi geceler,” deyip, Emre’yi öpüp yattım.

Sabah bir başka türlü kalktım yataktan. Omuzlarım kabarık, göğsüm dik, alnım ak… Ofise gittiğimde yalnızca çaycı vardı. Biraz sohbet ettikten sonra Perihan’la Arif geldiler. Hayati’nin izinli olduğunu, okulda olduğunu çaycıdan öğrenmiş olduğumdan Arif ve Perihan’a sorma gereği duymadım. Perihan’ın suratı sirke satıyordu. Arif iki sokak ötedeki fırına, ”Simit almaya gidiyorum,” deyince, Perihan’ın moral bozukluğunu öğrenme fırsatım oldu. Gece sabah 03.00 sularında eve gelmiş Arif. Perihan üzerine gidince de bağırmış çağırmış ve salonda yatmış. ”Gözünü seveyim bugün Arif’e mukayyet ol,” dedi, Perihan, yalvarırcasına. Perihan’ın içini rahatlatmak ve onu daha fazla yormamak için sadece, ”Hay hay. Sen merak etme,” dedim.

Simitlerimizi yiyip çaylarımızı içtikten hemen sonra Nüvit Bey geldi. Onun gelmesiyle Perihan’ın ve hatta çaycı kadının bile kendisini güvende hissettiğini sezinledim. Ben tam da Arif’in uykulu hâline dikkat kesilmişken Nüvit Bey bana doğru baktı ve: ”İlk iş günün hayırlı olsun evlat. Allah utandırmasın inşallah,” dedi. ”Amin,” dedikten sonra teşekkür ettim ve işim hakkındaki detayları Perihan’dan dinlemek üzere Perihan’ın yanına geçtim. Yapmam gerekenleri genel hatlarıyla anlattı Perihan. Birkaç önemli noktaya parmak basmak üzereydi ki; Arif ”Ben çıkıyorum,” diyerek konu bütünlüğünü bozdu.

Arif kapıdan adımını atar atmaz Nüvit Bey endişeli bir ses tonuyla:

”Bırak şimdi işi evlat. İşi ne zaman olsa öğrenirsin. Sen Arif’in yanında git. Asıl mühim mesele budur. Unutma! Arif’e kardeş olacaksın, arkadaş değil!” diyerek, beni Arif’in peşinden yolladı. Yanında yürüyor olmamdan hoşnut olmayan Arif kan çanağı olmuş gözlerini belerterek; ”Seni babam yolladı değil mi? Ne halt yiyor bu çocuk, git öğren diye de tembihledi,” dedi. Tahmininde yanılmayan Arif’e kardeş olabilmek için ona karşı dürüst olmam gerekli diye düşündüğümden ”Evet, hatta daha da fazlası var,” dedim. Hiç beklemediği cevabım karşısında afallayan Arif’in yumuşak karnını bulduğumu hissettiğimden geçmişine sondaj yapabilmek için işi ajitasyona döktüm.

”Sadece ne halt yiyor bu çocuk demedi baban. ‘Başına bir iş gelmesin sakın. O, benim için her şeyden önemli’ de dedi. ‘Arif bir yana dünya bir yana. Onun tırnağına zarar gelse ben mahvolurum, ölürüm, biterim. Arif benim tek çocuğum, canım, ciğerim’ de dedi,” dedim.

Duygu yüklü cümlelerimin olumlu etkisinden sonra bir yumak gibi çözüldü Arif.

”Talat ben beş para etmez adamın tekiyim. Babasının gölgesinde yaşayan bir korkak. Bir işe yaramayan basit bir mimar. Benim kafam çalışmadığından beni paralı üniversitede okuttu babam. Diplomam falan hikâye. Bir boktan anladığım yok benim. Ama yılarca ‘Gel Arif, git Arif’ yönettiler beni. Eğitemediler ama yönettiler. En başta da karım Perihan yönetti… Hâlâ da yönetiyor. Ama Arif mal ya, bir boktan anlamaz ya… O yüzden hiçbir sorun yok! Babası da zengin. Ohhhh! Onun için ben de işi deliliğe vurdum. Kumar oynuyorum, içki içiyorum, işle ilgilenmiyorum, eve gitmiyorum… Yapmak istediğim her şeyi yapıyorum. Hatta kimseden habersiz bir işe bile girdim biliyor musun? Oto kurtarma işine girip çekici sürdüm. Bundan hiç kimsenin haberi yok. Çalıştığım esnada arkadaşlarımın tavsiyesiyle espri olsun diye çekicinin arkasına ‘Gülümse çekiyorum’ yazdırınca işten kovuldum. Kim ne yapsın ki beni zaten. Şimdi de akşam arkadaşlarla konuştuğum üzere, pavyona bodyguard olmak için iş görüşmesine gidiyorum. Her zaman takıldığım pavyona…”

”Bak Arif başka bir iş yapmayı denemişsin ama olmamış. Onun için daha başka işler yapmana ne gerek var ki? Mis gibi kurulu düzenin var. Pek çok müteahhit ile de anlaşmanız var. Daha başka ne ister ki insan? Sen arkadaşlarının dolduruşuna gelme. Emin ol, hepsi senin yerinde olmak için can atıyorlardır.”

Arif dediklerimden hiçbir sonuç çıkarmamış olacak ki; ”Ben işimi severek yapmıyorum Talat. Onun için de sevdiğim işi yapmak istiyorum. Ben pavyonu seviyorum ya, o yüzden pavyonda çalışmak da sevdiğim işi yapmak anlamına geliyor benim için. Herkes öyle olursa daha mutlu olacağımı söylüyor,” dedi. İlk başta taşak geçiyor diye düşündüm ama Arif’in kararlı duruşu bu düşüncemi hızla çürüttü.

Aklımdan ilk geçen düşünceler ”İyi de o öyle değil işte Allah’ın malı! ‘Sevdiğin işi yapmak’ ifadesinin anlam karşılığı o değil. Sen pavyonu seviyorsun geri zekâlı, pavyonda çalışmayı değil” olsa da, Nüvit Bey’in güzel hatırına sustum. Oluruna gidiyormuş gibi gözükmek için de ”Haklısın Arif. Madem ki bodyguardlıkta mutlu olacaksın, bodyguard ol,” dedim.

Nüvit Bey’in ısrarla karşı çıkmasına rağmen pavyonda bodyguard olarak çalışmaya başladı Arif. Nüvit Bey, çoğu akşam Arif’e göz kulak olayım diye beni de pavyona yolluyordu. Pavyonda takılmam için hayli para da verdiğinden zil zurna sarhoş oluncaya kadar içiyordum Arif’in sayesinde. Benim içtiğim saatlerde ise Arif kapıda dikiliyor, dev gibi cüssesiyle gözünün tutmadığı tipleri içeri almıyordu. Pavyon sahibi de Arif’in varlıklı olduğunu bildiğinden Arif’in kararlarına pek müdahil olmak istemiyordu. Arif’in pavyona almadığı on müşteriden kazanacağı parayı Arif ve benden kazanıyordu zaten. Arif çalışırken bile dünya hesap ödüyordu pavyona. Kapıda dikilirken pavyonun en ‘taş’ konsomatrisini de beraberinde kapıda esir ediyordu. Kadının içkisiydi, sigarasıydı, müşteriye çıkmamasıydı derken epey bir para ödüyordu.

Bir gün garsonlardan birisine Arif’in tutulduğu konsomatrisin ismini sorduğumda ”Jale,” dedi. Böylece Arif’in hayatındaki bir sır perdesini daha aralamış oldum. Arif’in soy ismi Fecifirari olduğuna göre kartvizitte soy ismi hanesinde yazan ”J.” kısaltması Jale’nin kısaltması idi. Önceleri bunu Arif’e birkaç kez sorduysam da çakalca konuyu değiştirip beni geçiştirmişti. Nüvit Bey’de ”Kim bilir nereden aklına esti çatlağın. Böyle soy isim mi olur dedim ama illa olacak diye ayak diretti. Baktım olacak gibi değil ben de ziyanı yok diye kabul ettim,” demişti bir konuşmamızda. Ama asla yılmayıp sonunda Pandora’nın Kutusu’nu araladım ve ”J.” nin gizemini çözmeyi başardım. ‘Meğer ‘J.’ kısaltması ile sevgilisinin ve kendisinin isimlerini kartvizitine bastırmış. Vay çakal Arif vay!’ diye söylendim.

Biz Arif’le pavyonda günümüzü gün ederken Perihan işleri yetiştireceğim diye harap oluyordu kadıncağız. Mümkün mertebe ofisle de alakadar olmaya çalışsam da Arif bütün enerjimi alıyordu. Eve sabaha yakın geldiğimden öğlene doğru yataktan zor kalkıyordum. Babam da ”İyice boku çıktı bu işin. Nasıl mimarlık işiymiş aklım ermedi arkadaş,” diye habire söyleniyordu.

Arif’in bodyguardlık işinde üçüncü ayıydı. Takvimler 11 Ekim’i gösterirken soğuk da yavaş yavaş bir kâbus gibi çöküyordu şehrin üzerine. Günlerden cumartesiydi ve ertesi gün işe gitmeyeceğimden dolayı Arif’in yanına gitmek istedim. Bu defa gönüllü olarak ve eğlenmek maksatlı gideceğimden Nüvit Bey’in verdiği parayı almadım. Zaten pavyona gideceğim zamanlarda harcayacağım paranın çok fazlasını veriyordu adamcağız. Baba olarak o da iyice yıpranmıştı Arif’in macera hevesinden ve sorumsuzluklarından. O yaşında torun sevmesi ve keyif sürmesi gerekirken Arif’in yüzünden cefa çekiyor olmasına içim parçalanıyordu.

Pavyona gittiğimde her şey olağandı. Arif ve ‘Bayan J.’ bir yandan öpüşüyorlarken diğer yandan da içkilerini yudumluyorlardı. Arif’e selam verip girdim pavyona. Herkes gibi ben de eğlencenin doruğundayken, gece saat 02.30 sularında dışarıdan üç el silah sesi duyuldu. Orkestra bir anda sustu. Millet panikle sağa sola kaçışırken aklıma kapının önündeki Arif geldi. Hızla locadan aşağıya indim ve dışarıya çıktım. Bir adam kanlar içinde yerde hareketsiz yatıyordu. Nabzına baktım ve adamın öldüğünü anladım. Arif’e döndüğümde elindeki silahı görünce buz kesildim. Arif de olayın şokundan olacak kaskatı duruyordu. Hiç kimse hiçbir şey yapamıyor ve donuk bakışlarla Arif’i izliyorken Arif’e sert bir tokat atıp:

”Silahı nerden buldun? Vurduğun bu adam da kim?” dedim.

İşe yeni başlayan bir garson üzerime yürüyecekken diğer garsonlar beni tanıdıkları için yeni garsonun bana müdahale etmesine izin vermediler. Birkaç dakika sessizlikten sonra;

”Silahı ne olur ne olmaz diye bir arkadaşımdan almıştım. Silahı bana satarken ‘baktın zor durumdasın sık gitsin anasını satayım’ demişti. Yerde yatan adam ise pavyona girmek istediğini söyledi ve ben de içeriye almadım. Pavyonun eski müdavimlerindenmiş herif. Sürekli sözümü kesip içeriye girmekte ısrar etti ben de uygun bir dille olmayacağını söyledim her defasında. Jale’yi de eskiden beri tanıyormuş. ‘O zaman ben de kapıda Jale ile takılırım hadi sen de bize içeriden içecek bir şeyler kap da gel’ dedi. Jale’yi elimden alacağından korktuğum için zor durumdaymışım gibime geldi ve ben de silahı adama doğrulttum ve üç el sıktım.”dedi Arif.

Arif’i yakinen tanıyor olmasam anlattıklarına asla inanmazdım ama maalesef artık Arif’i çok iyi tanıyordum. Aklıma Perihan, çocuğu ve Nüvit Bey geldi hemen. Ne yapacağımı bilemez bir hâlde olduğumdan babamı aradım. O esnada polisler gelip Arif’i tutukladılar ve Çarşı Karakolu’na, sorguya götürdüler. Babam karakola gelince Arif’in bana anlattıklarını babama anlattım. ”Nüvit Bey’i arayıp haber verelim mi?” diye sordum ama babam; ”Gecenin bu saatinde öğrenmesin adamcağız. Yaşlı da zaten, maazallah başına bir şey gelir. Bir de ona üzülmeyelim sonra,” dedi.

Sabah olduğunda kötü haberi alan Nüvit Bey ve Perihan perişan bir hâlde geldiler karakola. Nüvit Bey fenalaşınca derhal ambulans çağırıp hastaneye götürdük. Tansiyonu çıkmış. Hemşireler ilaç verip serum bağladılar.

Aradan epey zaman geçip de mahkeme günü geldiğinde Arif, Hakim Bey’e olay gününü anlatırken araya giren hakim:

”İyi de oğlum sen okumuş, mimar olmuş adamsın. Hazır ofisini de açmışsın, işlerin de yolunda. Ne demeye pavyona bodyguard olmaya kalktın ki?” dedi.

Arif büyük bir soğukkanlılıkla:

”Talat bodyguard olmamı istedi ben de oldum. Talat bizim çalışanımız. Bir gün Talat’la dertleşiyorduk. Talat’a her şeyden sıkıldığımdan, mutsuz olduğumdan bahsetmiştim. O da; ‘Madem ki bodyguardlıkta mutlu olacaksın, bodyguard ol,’ diye söyleyince ben de bodyguard olmaya karar verdim. Bodyguard olma fikrini aklıma sokan Talat’tır. Hatta Talat’ın karım Perihan’da da gözü olduğunu düşünüyorum. Bana kumpas kurdu adi. Belki o gece öldürdüğüm adamı da pavyona Talat yollamıştır,” dedi. Bana, mutsuz olduğu günden bahsederken onu rencide etmemek için oluruna gittiğim cümlemi cımbızlayarak. Hakim, yaşadığı müddetçe babasının götüyle osuran Arif’in ifadesini aldıktan sonra sırayla hepimizi dinledi. Sağ olsunlar Nüvit Bey ve Perihan bana arka çıkınca olaydan yakamı sıyırdım. O iyi hâl, bu iyi hâl derken ve Arif’in öldürdüğü adamın pek de tekin birisi olmadığı gerçeğini de göz önüne alarak Arif’e on bir küsür yıl ceza kesti hakim. Jandarmalar Arif’i cezaevi arabasına bindirirlerken ”Seninle hesabımız bitmedi Talat. Göreceksin sen. Hele bir içeriden çıkayım dünyayı zindan edeceğim sana,” diye bağırıyordu adi.

Nüvit Bey’in hatırı sayılır tanıdıklarını araya sokmasıyla cezaevinde iki kez ziyaret ettim Arif’i. Deli saçması sözlerle beni tehdit etmeye devam edince üçüncü ziyaretimi yapmamaya karar verip hiçbir şey yaşanmamış gibi, normal yaşantıma geri döndüm. Benim haberim yokken eve mektup yollamış, bana türlü küfür ve hakaretlerine yine devam etmiş manyak! Çok sonraları babamdan öğrendim bunu. Hatta babam haberim olmadan Arif’in beni affetmesini bile sağlamış. (Neyimi affedecekse artık.) Arif’le babam gel zaman git zaman bildiğin mektup arkadaşı olmuşlar. Yaptıkları hesaba göre de babam emekli olduktan altı ay sonra Arif de içeriden çıkıyormuş. Anlaşıp, birlikte bir iç çamaşırı dükkânı açmaya bile karar vermişler. Kasaya da buram buram seks kokan ‘Bayan J.’ yi de oturttular mı bu iş tamamdır. Bakalım. Arif’le ortak işe girince babamı nerelerden toplarız artık Allah bilir. Seni tanıdığım o güne lanet olsun. Baba dostu, mal Arif!

Ersin KURT
Subscribe
Bildir
2 Yorum
Beğenilenler
En Yeniler Eskiler
Inline Feedbacks
Tüm yorumları gör
Önceki
İnsan piskolojisi
Sonraki
Karantinada Yapılabilecek 10 Aktivite

İlginizi Çekebilir

kooplog'dan en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerez (cookie) kullanıyoruz.