“Bir şeye ihtiyacın olmayacak.” dedi kolumdan tutan gardiyan. “Orada temel ihtiyaçların karşılanıyor. Şanslısın özel hastaneye yatma şansını herkes yakalayamıyor.” İki saniyeliğine durdu ve düzeltti. “Akıl hastanesi.”
Çıkış kapısına geldiğimizde ebeveynlerimim dışarıda olmaması için içimden dua ettim. Şu anda tanıdık bir yüz görmek bana iyi gelmeyecekti. Neyse ki çıkışta beni bekleyen tek şey polis arabasıydı. Gerçi ebeveynler yıllarca büyütüp baktığı çocuğunun suç işleyip, elleri kelepçeyle ıslahevinden çıkarılarak tımarhaneye götürülmesini izlemek istemeyebilirdi. Ama bu benim için geçerli değildi, bana yıllarca bakıp büyütmemişlerdi.
Arabaya binmeden önce gardiyan cebinden bir bez parçası çıkardı ve gözlerimi bağladı. “Önlem için, zorunlu.”
Daha sonrasında arabaya binip tahmini iki buçuk saatlik bir yolculuk sonunda; polislerin sohbetinden bıkmış, ve gerçekten iri yarı olduğunu düşündüğüm iki adamın arasında ezilmiş bir şekilde beklerken araba sonunda durmuştu. Bu yolculuk bir dakika daha uzun sürseydi ellerimdeki kelepçeyle kendimi boğabilirdim. Arabadan çıktıktan sonra gözlerimi açıp açamayacaklarını sorduğumda sorun olmayacağını düşünmüş olmalılar ki isteğimi geri çevirmediler. Görememek beni strese sokmuştu. Her ne kadar dört polisli güvenlikli bir arabada olsam da çevremdeki tehliklere karşı korunmasız hissettmiştim. Neyse ki polisler gerçekten nazik adamlardı; görünüşlerinin aksine.
Gözlerimi açtığımda ve önümdeki bulanık görüntü netleşince devasa beyaz binayı görebilmiştim. Tabii dibimde duran büyük çelik kapıyı ve güvenlik kameralarını da.
Şöfor olan polis kapının yanındaki güvenlik kulübesine yaklaştı ve bir şeyler söyleyip cüzdanını gösterdi. Ardından demir kapı ağır ağır açıldı ve içeri girdik.
Polisler binan kapısının önünde beni bekleyen iki beyaz giyinimli adama teslim edip gittiler. Kelepçelerden kurtulduğuma sevindiğim için adamların kollarımı sıkıca tutup beni sürüklemelerine bir şey dememiştim. Bu arada da ayakkabılarımı çıkarıp bir çift terlik vermişlerdi.
Birkaç dolambaçlı koridor ve merdivenden sonra tabelasında başhekim yazan bir kapının önünde durmuştuk. Adamlardan biri kulağıma eğildi ve sessizce konuştu. “Benden tavsiye olsun, fazla taşkınlık yapma.”
Neden diye soramdan kapıyı açıp beni içeri itmişlerdi. Burası deli hasthanesi değil miydi? Taşkın hareketlerde bulunmamda gerçekten de bir sorun var mıydı?
Tam kafamda canlandırdığım gibi bir yaşlı bir doktorla odada yalnızdık şimdi. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra yuvarlak gözlüklerinin üstünden bana baktı ve konuştu.
“Şöyle otur, birkaç soru soracağım.”
~
Tahminen bir buçuk saatlik, oldukça stresli ve rahatsız edici bir buçuk satti, bir sorgu sonucu hekim elime bir kağıt tutuşturdu.
“Al bunu baş hemşireye götür. Bir aşağı katta koridorun sol tarafında sondan iki önceki oda.”
Kağıdı düzgünce tutup odadan çıktım. Ne olmuştu şimdi? Onca şey sonrası, yaşanan tüm bu şeylerden sonra neredeyse bir mezarlık kadar sessiz, bembeyaz bir hastanenin rastgele bir koridorunda öylece yapayalnız duruyordum. Birden bire garip bir farkındalık, bir durumun içinde bulunduğum anı yaşama hissi gelmişti.
Şu durumda düşüncelere dalmanın pek iyi olmayacaktı. Kendime gelmek için kafamı sallayıp omuzlarımı silktim ve aşağı inmek için merdivenleri aramaya koyuldum. Şu hareket her zaman beni kendime getirmeyi başarıyordu. Tüm düşünecelerim bir anda toparlanıyor ve belli bir düzen içerisine giriyordu. Bu duyguyu seviyordum. Böylece kafa karışıklığımın getireceği bir panik atağı çok iyi bir şekilde önleyebiliyordum.
Bir süre etrafta dolaştıktan sonra sonunda sonunda hemşirenin odasını bulabilmiştim. Tam içeri gireceğim anda gözüm elimdeki kağıtta bir şeye takımıştı.
Teşhis: Paranoid Şizofreni ve Bipolar-2 bozukluk.
Başlangıç tedavisi: c7 seviyesinde ilaç tedavisi.
Konulan teşhis tam beklediğim gibiydi ancak c7 ilaç tedavisinin ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu. Kağıdı baştan sona okumaya başladığım anda önünde durduğum kapı sertçe açıldı ve korkutucu derecede uzun boylu, çatık kaşlı ve kırışık yüzlü şişman bir kadın bana baktı. Görünüşünden beklenilmeyecek kadar kibar bir sesle neden orada öylece dikildiğimi sordu ve elimdeki kağıdı çekip aldı. Halbuki daha yarısına kadar bile gelememiştim.
“İçeri geç.” diyerek beni kolumdan tutup içeri sürükledi. Sesi nazikti ama emir kipiyle konuşması oldukça sinir bozucuydu.
Beni bir sandalyeye oturttu ve kağıdı inceleyek bir yandan da bir deftere bir şeyler yazdı. Birkaç dakika sonra masanın üzerindeki telefona uzandı ve birini arayıp bir şeyler söyledi. Telefonu kapattıktan sonra da önündeki bilgisayarla ilgilenmeye başladı. Hiçbir şey söylemiyordu ve orada değilmişim gibi davranıyordu. Bu da beni oldukça aptal hissettirmişti ki bu en nefret ettiğim hislerdendi. Neyse ki kapıdan hızlıca giren başka bir hemşire beni bu durumdan kurtarmıştı. Baş hemşire bana döndü ve sordu.
“Sorun çıkaran biri misin?”
“Ş-şey pek sayılmaz.”
Tuhaf ağzını yayarak güldü ve “Kesin öyledir.” dedi. O iğrenç suratı gülünce daha da iğrençleşmişti. Ondan şimdiden nefret etmiştim.
“Her neyse.” dedi odaya yeni gelen hemşire. “Bundan sonra seninle bizzat ilgileneceğim. Gel sana yatakhaneyi, yemekhaneyi ve ortak salonu göstereyim.”
Rahatlamış bir şekilde yerimden kalmtım ve hemşireyle odadan çıktım. Neyse ki burada gerçekten nazik birileri vardı. Kapıları açıp kapama şekilleri dışında. Özellikle çalışanların kapı tıklatma gibi nezaket kurallarından bihaber olduğuna emin olmuştum.
Yatakhane aklınızda canlandırabileceğiniz bir yatakhane nasıl olursa öyleydi. Sevindiğim kısım yatakların ranza değil tekli olmasıydı. Ayrıca çarşaflar temiz ve yataklar rahat görünüyordu. Personel olarak olmasa da imkan olarak özel hastane olmasının hakkını veriyor gibiydi. Bu düşüncem ortak salonu görmemle doğrulandı. Hastanenin zemin katında olan oda hatırı sayılır bir genişlikteydi. Bir köşede televizyon ve koltuklar vardı. Çoğu kişi burada toplanmış kuşlar hakkında bir belgesel izliyordu. Onların biraz arkasında duran uzunca bir masada kağıt ve masa oyunu oynayan birkaç kişi vardı. Onların arkasında şimdiye kadar gördüğüm en ihtişamlı piyanoyu görmüştüm. Resmen gel beni çal diye bağrıyordu. Fakat tek bir kişinin ilgisini bile çekebilmiş gibi görünmüyordu.
Odanın diğer köşesinde, televizyon izleyenlerin karşısındaki duvarda bir grup insan rengarek minderlere oturmuş, derin bir sohbet içerisine dalmışlardı. Onların geri kalanında da uzunca bir kitaplık duruyordu. Kitap okuyan sadece birkaç kişi vardı.
Her şey oldukça normal görünüyordu. Tuhaf veya aşırı hareketler sergileyip, bağırarak garip konuşmaları beklenen hastalar dışında tabii. Islahevinde geçirdiğim günlerde buradaki insanların nasıl olacağını hayal etmiştim. Ve kesinlikle hayalim bu değildi. ‘Oradaki herkesten durmalıyım.’ diye düşünmüştüm. Delilerin sağı solu belli olmazdı. Fakat tüm bu insanlar medeniyetin ortasında doğup büyümüş kişiler gibi uysal ve nazik görünüyorlardı. Birbirlerine karşı olan tavırları kibar ve sakindi. Kimseden zarar gelecek gibi değil demiştim içimden.
Kötü bir olay yaşamam galiba.
Yaşamadım da. Tabii salona girdiğimiz anda tüm kafaların bize dönüp birkaç saniye ardından aralarında fısırdaşmaların başlaması dışında tabii. Kim bilir benim hakkımda neler duymuşlardı. Sadece iki kişinin bile benim hakkımda konuşması bile, iyi veya kötü, yeterince rahatsızlık verebilecek bir durumken büyük bir oda dolusu insanın bunu yapması hem sinir bozucu hem de utandırıcıydı. ‘Eğer neden burada olduğumu biliyorlarsa bana garip davranacaklar.’ diye düşündüm.
Benden uzak durmak isteyecekler. Gerçi bu o kadar da kötü değil. Ama aralarında gerekin yetkililer tarafından yapılmadığıni düşünen adalet manyakları varsa bu çok da iyi değil.
“Yemekhaneyi de göstermek isterdim ama acil bir işim çıktı.” dedi yanımdaki hemşire elindeki telefonu önlüğünün cebine sokarak. Beni düşüncelerimin arasından çekip çıkardığı için memnun olmuştum.
“Yemek saatine kadar burada oyalan. Diğerleri sana yolu gösterir.”
Kafamı sallayarak onayladığım anda hızla salondan çıkıp gitti. Ben de benim hakkımda konuştuklarına yemin edebileceğim yaklaşık yüz hastayla baş başa kalmıştım. Ne yapacağımı bilemediğimden en boş köşeye, piyanonun yanına doğru ilerledim. Yerlerin tamamı halıydı. Bu yüzden piyanonun yanındaki bir köşeye oturup öylece durmaya başladım. Tabii ki de şu anda bir şeyler çalacak falan değildim. Hem uygun bir zaman değildi hem de çalmayı bilmiyordum zaten.
Arada dönüp bana bakan kafalar, bulunduğum yerde daha da küçülmeme ve kötü hissetmeme neden oluyordu. Bir an önce yemek saatinin gelmesini diledim içimden. Sonrasında direkt yatmaya gidecektim.
Aklımdaki şey bu değildi. Umarım zamanla alışırdım buna. Çünkü bundan sonra hep böyle olacakmış gibiydi. Bir süre aptal hissetmemeye çalışarak öylece oturdum. Göze batmak istemiyordum fakat canım sıkılmaya başlamıştı. Sıkıntıdan derin bir iç çektiğim sırada gözüm masanın üzerindeki bir satranç takımına takıldı. Düzenlenmiş ama hiç dokunulmamış gibi görünüyordu. Birkaç saniye fazladan düşünürsem oturmaya devam edecektim. Bu yüzden kalktım ve masaya oturup satrancı önüme çektim. Yaklaşık yedi dakika düşündükten sonra siyah takım olmaya karar verdim ve ilk hamlemi yaptım. Sonrasında beyaz tarafı kendime çevirdim ve onun hamlesini de yaptım. Sonra yine siyah tarafı çevirdim ve başka bir hamle yaptım. Ne kadar süredir oynadığımın farkında değildim ama bunu yapmanın en az oturmak kadar sıktığının farkındaydım. Taşları fevri bir hareketle dağıttım ve tekrar düzenlemeye başladım. ‘Hem kaybettim hem de kazandım.’ diye düşündüm.
Gerçi öbür türlü de aynısı olacaktı.
Tekrar siyah tarafı kendine döndürdüm ve ilk hamleyi yaptım. Tahtayı çevirdiğim sırada yirmisinin sonlarında olduğunu tahmin ettiğim bir kadın önüme oturdu. Esmer tenine rağmen gözaltındaki morluklar rahatsız edici derecede belirgin görünüyordu. Günlerdir uyumuyor muydu yoksa aldığı ilaçlar falan mı onu esrar bağımlısı gibi görünen birine çevirmişti?
“Bilmeyen biri olsa gerçekten iyi oynadığını düşünür.” dedi tuhaf bir aksanla. “Bilgin olsun diye söylüyorum, ilk önce beyaz taraf başlar.”
Siyah taşı yerine koydu ve beyaz tarafı kendine çevirerek fazla düşünmeden en sağ tarafındaki piyanonu bir kare ileri götürdü.
Atlardan birini rastgele bir yere koyarken cevap verdim. “Ciddi oynuyor gibi mi duruyorum?”
“Yüzün gayet ciddiydi.” İkinci piyonunu iki kare öne koydu.
“Kafamda değildim.” Aynı atımı geri yerine geçirdim.
“Belli.” Üçüncü piyonunu da ilerletti.
“Sen kimsin?” dedim. Aynı atı aynı kareye geri götürdüm.
“Burada öylesine biriyim. Sen kimsin?” Tekrar bir piyon oynattı.
Atımı geriye çekerek onu taklit ettim. “Belli. Burada öylesine biriyim.”
“Komiksin.” Beşinci piyonunu bir kare öne koydu.
“Teşekkürler.” Atımı geri çektim.
Yine bir piyon oynatıp sordu, “Neden burdasın?”
Atımı ilerletip tekrar ettim. “Sen neden buradasın?”
Bir piyon daha ilerletti. “Seninle aynı nedenden.”
Aynı hareketi yapmaya devam ederek sordum. “Sen de mi birini öldürdün?”
Elini bir diğer piyonuna götürürken duraksamıştı. “Sayılır.”
“Ne demek sayılır?” dedim atımı eski yerine koyarken.
“Senin gibi genç bir oğlanın böyle bir yere gelmesi üzücü. Umarım en kısa sürede iyileşirsin.” Sona kalan en soldaki piyonu iki kare ilerletti. “Son hamleni yap.”
Atımı kendi karesini koydum ve ayağa kalktım. “Buradan gitmek istediğimi söylemedim.”
Arkamı dönüp televizyon izleyenlere döndüm.
“Peter Pan’le konuş.” dedi kadın sesini biraz yükselterek.
Kafamı çevirip kaşları çattım. “Kiminle?”
Yüzüme baktı ama cevap vermedi. Ani bir hareketle kalkıp çıkış kapısına yöneldi ve öylece çıkıp gitti.
Dönüp salondaki diğer insanlara baktım. Herkes kendi işiyle ilgileniyordu. Yani sadece öyle davranıyorlardı. Odadaki gerginliği yerdeki halılar bile hissedebildiğine yemin edebilirdim.
Ama ne yazık ki umursayacak modda değildim. En iyisi yatakhaneye dönmek ve ailemin göndermesi gereken kıyafetlerin gelip gelmediğini kontrol etmekti. Birileri beni tutacak ve zorla buraya sürükleyecek değildi ya. Zaten garip bir şekilde koridorlar bomboştu. Ne bir hemşire, bir doktor, hasta bakıcı ya da başka biri. Sanki terk edilmiş bir binada insanlar tek bir yere toplanmış bir şeyler yapıyor gibiydiler. Her neyse takılacağım bir durum değildi. Etrafta rahatça dolaşmak işime gelirdi. Yine de fazla oyalanmadan hızlıca yatakhaneye çıktım ve hemşirenin benim olarak gösterdiği yatağa ilerledim. Şanslıydım ki üzerinde ismimin yazdığı bir bavul orada beni bekliyordu.
Aslında Islahevindeyken burada bizim için beyaz kıyafetler olacağını hayal etmiştim. Ama öyle değildi. Herkes istediği gibi giyinebiliyor hatta aksesuar takanları bile görmüştüm. Kıyafetler hakkındaki tek kural ayakkabı giymenin yasak olmasıydı. Hastanede nereye gidersek gidelim terlik giymek zorundaydık.
Elimi çantamda attığım sırada birden durdum ve düşündüm. Umarım ebeveynlerim okumam için mektup veya benzeri bir şey koymamışlardı. Bu yüzden kısa bir dua mırıldanarak bavulu açtım. Ne yazık ki duam kabul olmamıştı. Tam tahmin ettiğim gibi üzerinde adımın yazdığı beyaz zarf eşalarımın tam üstüne duruyordu.
‘Oğlumuz Deniz’e’
“Evet, oğlunuz Deniz. Kesinlikle öyle.”
Elimde buruşturduğum mektubu sonrasında çöpe atmak üzere bir kenara fırlattım ve eşyalarımı yerleştirmeye koyuldum.
~
Yatağıma uzanmış tavanı izlerken ‘Yemek yemek istiyorum.’ diye düşündüm. Fakat ne yemek saatini ne de yemekhanenin nerede olduğunu biliyordum. Son üç buçuk saattir yatakta dönüp durduğum için vücudum uyuşmuştu ve kalkıp binanın içinde birilerini ya da bir yeri aramayı reddediyordu. Bu yüzden bir şekilde uyuyana kadar hareketsiz kalmakta kararlıydım.
Güneş, gün içindeki etkisini yavaşça kaybetmiş; yerini ayın huzur verici ışığına bırakarak yatakhanenin ruhsuz perdelerinden içeri süzülüyordu. Karanlık çöktükçe içimdeki karmaşa huzur buluyor; her zaman tetikte olan bedenimi güvende hissettiriyordu. Her ne kadar gündüz insanı olsam da, gecenin verdiği bu duyguya bayılıyordum.
Her zaman benim gibi bir alacakaranlığı daha çok sevmeliyim diye düşünsem de aydınlığın vadettiği şeyler benim için daha güzeldi. Özellikle gün doğumuna bayılırdım. Sabahın ilk ışıkları denen huzur gerçekten de vardı. Mutlu hissettiğim zamanlarda erkenden kalkıp değişik renklere bürünen gökyüzünü izlemeyi ve fotograflarını çekmeyi seviyordum. Hayatımda yaptığım yanlış seçimleri unutmama yardımcı oluyordu. Bir anlığına yaptığım şeylerden pişmanlık duymayı unutuyordum. Ama son günlerde yaşadığım şeylere bakacak olursak sanırım bir süre gökyüzünü izlemek için hevesli olmayacaktım. Gerçi pişman değildim ama o ayrı bir konuydu. Geçmişte toplumun çoğunluğunun seçtiği bir takım etik kurallar vardı ve bu kurallar bazı şeylerden pişman olmamı bekliyordu. Ben de öyleymiş gibi davranıyordum.
Gene de kötü hissetmediğim şeyler yok değildi. Eğer yapmasam şimdi hayatım nasıl olurdu diye düşündüğüm şeyler. İlk başta sadece özgürlük istemiştim. Şimdi ise sadece kaçıp duruyuyordum. Daha kötüsü başka bir seçeneğim de yoktu. Kendimi baştan aşağı, hem fiziksel hem de kişisel, değiştirsem bile geçmiş çoktan yaşanmıştı ve gelecekte bir yerde tekrar tekrar karşıma çıkacaktı. Bundan kurtuluşum yoktu. Hafızamı silsem bile, yaptıklarımı silemezdim. Tüm her şeye baştan başlamanın tek yolu zamanda yolculuk yapmaktı ki bu da şimdilik imkansız görünüyordu.
İstemsizce dalıp gitmiştim yine geçmişe. Ta ki boğuk bir ses karanlığın huzurunu bölüp bana seslenene dek.
“Bir türlü çıkamadın şu düşünce dünyasından.”
Hızlıca yerimden doğruldum. Evet tek bir şeye odaklandığımda ki bu nadiren olurdu, etrafımın farkına varamayabiliyordum fakat yaşlı biri odaya girip yavaş adımlarla önümden geçerek, bir sigara yakıp pencereden dışarıyı seyriyor olsaydı bunu fark ederdim.
“Sen kimsin?” dedim karaltıya doğru.
“Yaşamış, görmüş biri.”
Ne yani, neydi bu? Nasıl bir cevaptı? Şimdi artık her kim ise, gözümde günde iki paket sigara içen bir ihtiyardan farklı değildi. Çok itici bir cevaptı. Ve komik.
İlk andan hoşlanmadığım insanlara muhabbet kurmaktan anlamsız olduğu için tepki vermemeye karar verdim. Yatağıma geri uzandım ve gözlerimi kapadım.
“Hey çocuk sana diyorum.”
Umrumda değil.
“Bu genç nesil!” dedi adam hafifçe öksürerek. “Oğlan.”
Umrumda değil.
“Bir şey soracağım sana.”
Umrumda değil.
“Ama inatçıymışsın. Sen en iyisi giy Peter Pan’le konuş.”
Aniden yatağımdan doğruldum ve ihtiyara döndüm.
“Ne dedin sen?”
“Hopp, noluyor? Kaç yaşında adam var karşında. Saygılı ol biraz.”
Dudaklarımı bastırarak derin bir nefes alıp verdim. Bu benim sinirli anlarda sakin kalma yöntemimdi. İşe yarıyordu ama zorlamaya da gelmezdi.
“Az önce Peter Pan dediniz ya.” dedim kendimden bile beklemediğim kadar nazik bir sesle. “O da kim?”
İhtiyar sigarasını söndürdü ve bana doğru gelmeye başladı. Bir anlığına stres olmuştum ve ne olur ne olmaz diye kendimi savunma moduna geçirdim. Yatağımdan kalktım ve adamdan gözümü ayırmayarak geriledim. Hala yüzünü görememiştim ve bu beni çok daha fazla germişti. Çünkü eğer bir insanın yüzüne bakarsanız ona güvenip güvenemeyeceğini belli bir yere kadar anlayabilirdiniz. Gerçi o yönteme de pek güvenmeye gelmezdi. Ama her neyse şu an beynimde bunu dolandıracak değildim. Adam hiçbir şey söylemeden üzerime gelmeye devam ediyordu. Onunla birlikte mide bulandırcı derecede ağır sigara ve tanımlayamadığım kötü bir koku da yaklaşıyordu.
Tam kaçmaya hazırlandığım anda ihtiyar en yakınındaki yatağa çökerek oturup derin bir öksürük nöbetine tutuldu. Nasıl tepki veremem gerektiğini bilemediğimden öylece durmuştum. Ve hiç şakasız yaklaşık üç dakika boyunca o öksürürken ben de öylece durmuştum. Neyse ki bir yerden sonra durdu ve birkaç kere derin nefes alıp vererek konuştu.
“Gençsin tabii. Sağlığının değerini bilmiyorsundur sen.”
Yoo biliyorum.
“Senin şizofreniden buraya düştüğünü söylediler.”
Haberler ne kadar çabuk yayılıyordu.
“Senin gibiler hayatın değerini bilmezler.”
Birincisi ne alakaydı? İkincisi bundan ona neydi? Cevap vermeme konusunda ısrarcı olmama rağmen konuşmaya devam etti.
“Ailen ne çok üzülmüştür şimdi. Hatta ağlamışlardır. Yıllarca bak, besle, büyüt. Çocuğun deli çıksın, suç işlesin. Halbu ki ne olmalıydı? Derslerine çalışıyor muydun? Bahse vararım hayatında hiçbir hedefin yoktur. Siz gençler yok musunuz, önünüze tüm nimetler serilse bile umursamazsınız ve nankörlük edersiniz.”
Nasıl bir durumun içindeydim ben? Neyden bahsediyordu bu adam; dedikleri birbirlerinden alakasız söylenmelerdi sadece. Keşke söylediklerinin doğruluk payı olsaydı da en azından boşa kelime sarf etmiş olmazdı.
“Ben nasıl bir hayat geçirdim biliyor musun? Ne zorluklar, ne badireler atlattım. Bu yüzden şimdi burada olmaya hakkım var. Ya sen? Eminim pamuklar içindeki bir hayattan memnun kalmayıp gelmişsindir buraya.”
Kanımın ısındığını ve akciğerlerimin hızlandığını hissedebiliyordum. Hasta ihtiyarın tekinin gelip hakkımda bilip bilmeden, ileri geri konuşması; yaşına aldırış etmeden onu boğazlamak istememe sebep olmaya başlamıştı. Kimdi ki bu, neden bunları söylüyordu, benim hakkımda ne biliyordu da konuşma haddini kendinde buluyordu?
Sinirlerimin yatıştırmaya alışmış olsam da; yüzüne vuran hafif ay ışığı sayesinde bilmiş bir ifade takınıp “Hayırsız evlat.” demiş olması elime bir balta alıp yüzünü parçalamama neden olacak kadar kızdırmıştı beni.
“Hakkımda ne biliyorsun ki?” diyerek sesimi yükselttim. “Kimsin, ne istiyorsun benden?”
“Saygısız velet. Şuna bak hele. Nasıl konuşuyor benimle.”
Şu anda bulunduğum saçma durumun içinden bir an önce kurtulmak için en iyi yol odadan çıkıp gitmek diye düşündüğümden kapıya yöneldim. Ama tabii ki de evren benimle işbirliği yapmayı reddediğinden, ben daha çıkamdan içeri birileri girmeye başladı. Yatma saati gelmiş olmalıydı. Aslında bunun çok da kötü olmadığını düşündüm çünkü artık en azından şu tuhaf yaşlı adamla yalnız değildim. Aç olmam dışında halimden memnundum.
Işıklar yandığı anda arkamı dönüp yaşlı adamı görmeye çalışmıştım ama oturduğu yatakta kimse yoktu ve artık arkamda bir sürü yaşlı adam vardı. Göz göze geleceğimi tahmin ederek hepsini iyice incelesem de kimseni umrunda değil gibiydim.
Aslında bu fena değildi. Hakkımdaki dedikoduları sabahtan yapıp hızlıca bıkmış olmalılardı. Kimsenin odağında olmamak beni haliyle mutlu etmişti. Pozitif bir şekilde yatağımda girdim ve yorganı kafama çektim. Belki de burayı severdim.
~
Ne kadar olmuştu bilmiyordum ama odada uyanık tek bir kişi kalmayana kadar yatağımda dönüp durmuştum. Gözlerimi ovuşturmaktan kör olmama bir adım kalmış gibi hissediyordum. Çok fazla uyku problemi çeken biri değildim fakat şu anda ne beyinim ne de midem bilincimi kapatma konusunda benimle uzlaşmaya varabilmişti. Daha da kötüsü iri yarı bir demirci kafamın içinde, elli yıldır demir dövüyormuş gibi hissettiren ağrı vardı. Baş ağrısı en hazmedemediğim şeylerden biriydi. Çünkü zihnimin derinliklerinde küflenmeye başlayan bir anıyı dürterek kokusunun yayılmasına neden olan bir şeyleri hatırlatıyordu. Baş ağrısından saçlarımı çekerek duvarlara vurarak ağladığım bir anıyı. Fakat ağlamamın nedeni durmak bilmeyen acı değil buna sebep olan kişinin yaptıklarının acısıydı. Ne yaparsam yapayım unutamadığım yaşanmışlıklardan biriydi. Daha da kötüsü yaşım henüz çok küçüktü.
O an anılara dalıp gitmektense en azından yiyecek bir şeyler almaya gitmenin daha mantıklı olacağına karar verdim. Hem midemdeki rahatsızlık dururdu hem de yapmayı amaçladığım bir şeye odaklanırsam baş ağrımı bir anlığına olsa da unutabilirdim.
Sessiz adımlarla odadan çıktığımda nereye gitmeliyim diye düşünmüştüm. Kapının önünde tam anlamıyla hiçbir şey düşünmeden birkaç dakika geçirdikten sonra aklıma bugün girişte gördüğüm hastane haritası geldi. Girişin nerede olduğunu bildiğim için hızlı adımlara yürümeye başladım. O an çok da normal olmayan hayatıma nispetem daha normal bir durumun içinde olsaydım çıplak ayaklarımdan çıkan sesin boş koridorların sessiz duvarlarına çarpmasını tatlı bulurdum.
Açık alana ulaştığımda giriş kapısının tam karşısındaki duvarda asılı olan haritaya baktıktan yemekhanenin yolunu tuttum. Şansıma, ya da belki zaten öyledir, hiçbir kapı kilitli değildi. İki uzun masası olan büyük salona şöyle bir göz attıktan sonra mutfağa geçtim ve akşam yemeğinden kalan artıkları yemeye başladım. Soğuk olsalar da fena değillerdi.
Midemin yeterince dolduğuna karar verdikten sonra yarı mutlu bir şekilde yemekhaneden ayrıldım ve uyumayan doktor, hemşire ya da bir hasta bakıcı var mı diye orada burada dolanmaya başladım. Sağlam bir ağrı kesici ve uyku ilacı aldıktan sonra %99 mutlu bir şekilde uyuyamaya gidebilirdim.
Keşke haritada hemşirelerin odalarının olduğu yere de baksaydım diye hayıflanarak geziniyordum. Burası içinde barındırdığı hasta sayısına göre gereksiz derecede büyüktü. Tahmini olarak bu tip kişilerin binanın yüksek yerlerinde olacağını düşündüğüm için yukarı çıktıkça çıkıyordum. Fakat hem etraf çok karanlık hem de gözlerimde az da olsa bozukluk olduğundan kapıların tabelalarını okumakta zorluk çekiyordum. Ben de hepsine tek tek bakmaktansa ışığı yanan bir oda bulma umuduyla yürümeye devam etmeye karar verdim.
Ki buna gerek kalmamıştı çünkü son kez yukarı çıkıyordum. Artık binanın tepesine ulaşmıştım ve bu katta odalar yerine ‘oda’ vardı. Gözlerimi kısarak etrafa baksam da koridorun ucundaki ikili büyük kapı dışında bir şey görememiştim. Bh katta ışıklandırma rahatsız edici derecede azdı. Sanırım fazla kullanılmayan bir yerdeydim. Bir nedenden dolayı kimse buraya gelmiyor olmalıydı.
Her neyse tabii ki de o odaya girecektim ve orada ne olduğunu görecektim. Baş karakterlerin olayı buydu. Yapmaması gereken şeyler yapmalıydık ki hikaye devam edebilsindi.
Seri adımlarla kapının önüne geldiğimde bir an için duraksadım ve şüphe ettim. Yıllar önce kapatılıp hayaletlerin musallat olduğu akıl hastaneleri hakkında hikayleri vardı. Eğer haklılık payı olmasaydı böyle bir şey birden fazla kez anlatılır mıydı ki?
Aman sanki kaybedecek neyim var?
Diğer odalarda olmadığı gibi bu kapıda kilitli olmadığı için içeri rahatça girdim. Kapıyı açarkenki ana kadar içimden yaklaşık bin tane şey düşünmüştüm. Yani burası gizli bir arşiv olabilirdi ya da hastaları acımasız yöntemlerle tedavi ettikleri bir oda. Veya aklıma gelmeyen herhangi gizli kalması gereken bir şey. Ama içeri girip ışıkları açtığımda önümde büyük bir kütüphaneden başka bir şey yoktu.
Yani gerçekten ne düşünmüştüm ki? Suç işlenen bir yeri kapısının öylece açık bırakılacağını falan mı? Tüm heyecanım kaçsa da aslında o kadar da kötü değil gibiydi. Buraya gelemeye izin varsa, ki olmasa bile çok da önemli olduğunu düşünmüyordum, aşağıdaki kitaplardan daha iyi şeyler bulabileceğime ilk bakışta emin olmuştum.
Bir anlığına eskiden kitap okumaya ne kadar da düşküm olduğum gelmişti. Birisi her şeyi mahvedene kadar kitaplarım ve müziklerimle az da olsa acılarımı dindirebiliyordum.
Acaba, diye düşündüm yüksek kitaplıkların arasında gezmeye başlarken, acaba beni kitaplardan koparan şey şarkılardan niye uzaklaştırmamıştı?
Gözlerim eski, yeni, temiz ve sararmış yapraklardaki iyi veya kötü kelimelerin arasından çıkan alevleri görebiliyordu. Beynimim bunu canlandırmasına engel olmak istiyordum ama geçmişte yaşadığım tüm travmaları öylece unutamazdım.
Fena bir yer değildi. Özellikle de tavanın bir kısmının camla kaplı olduğunu ve gecenin koyu lacivertini rahatlıkla seyredebildiğimi fark edince daha da sevmiştim. Yıldızlar da görünüyordu. Yıldızları sevmezdim.
Gerçi sen bunu biliyorsun. Bilmiyorsan da öğreneceksin.
Daha da iyisi buradan çatı katına çıkabileceğimi fark etmemdi. Yukarı raflardaki kitaplara erişebilmek için bir merdiven vardı. Bunu camların altındaki bir rafa dayıyabilirsem, rafın üstünden çatıya rahatça çıkabilirdim. Hiç de fena bir gün değildi.
Evet, en iyisi yatağa döneyim. Yarın bakarız artık. Zaten başımın ağrısı da geçti.
Şöyle bir etrafa bakıp merdiveni dayıyabileceğim en iyi rafı buldum ve hayal ettiğim kadar rahat bir şekilde cama ulaştım. Birkaç dakika uğraştırsa da kaydırmalı camı, pencee de diyebilirim tabii ama daha çok dümdüz bir cam görüntüsü veriyor, açtım.
Burası açıkca benim çatıya tırmanabilmem için yapılmıştı işte. Başka açıklaması yoktu. Evren bazen beni sevebiliyordu demek ki.
Binanın dümdüz çatısına çıktığımda, kiremitler yoktu, temiz havayı içime çektim ve gülümseyerek konuştum.
“Aynı lisenin ilk yılları gibi.”
Bu huzur verici anı yerimden iki metre öteye sıçramama sebep olacak bir ses bozdu.
“Hani şu yurdun çatısına çıktığın zamanlardaki gibi?”
Aniden arkamı döndüm ve ayın loş ışığında yeşil bir takım elbise giyen, benim yaşlarımda, genç bir gülümseyen suratı taşıyan birinin hafifçe eğilip sıkmam için uzattığı elini gördüm.
“Tanıştığımıza memnun oldum Çınar. Ben de Peter Pan.”