Bugün Ortadoğu’nun içinde bulunduğu durama bakarak, evet belki şükrediyoruz ama bu bizim her an tetikte olmamız gerektiğini gölgelememelidir. Türkiye’nin yanlış izlenen ve hiç de “stratejik” olmayan siyasalarından ötürü, yıllardır ülkemiz, gereksiz yere evet gereksiz yere, Suriye bataklığının içinde; ülkemizin güvenliğini ve huzurunu tesis etmek için çaba sarf etmekte.
Yıllar öncesinden dünyanın gideceği istikameti gören ve çok isabetli tahliller yapan büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün çokça dile getirdiği “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” düsturu; eğer gerçek anlamda doğru dürüst kavranabilseydi, popülist politikalar peşinde koşulmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak, bugünkü durumlarda olur muyduk?
Türkiye’nin dış politikasını daha soğukkanlı yürütmesi gerekmez miydi? “Stratejik Derinlik” adı altında yürütülen dış politika aksımız, ilk dönemlerde pek sırıtmamış, coğrafyamızda, Osmanlı Devleti mazisinden gelen eski topluluklarımızla/devletlerle işbirliğine dayalı, dostane ilişkiler tesis edilmişken… Sonra ne olduysa oldu birden ateş çemberinin içinde buluverdik kendimizi! Pro-aktif izlenen siyasetler, milli devletlerin işine karışmaya, ülkelerin rejimlerini değiştirmeye kadar vardırılınca, Ortadoğu coğrafyasındaki saygınlığımız birden yerle yeksan oluverdi.
Son dönemlerde dış politikadaki panoramamıza baktığımızda, senelerdir sorunsuz bir ilişki kurduğumuz Suudi Arabistan, Körfez Emirlikleri, Suriye, bu ülkelerle nanemonlu bir ilişki içine girdik. Kerhen de olsa, zahiri de olsa, Türkiye’nin bölgede bir saygınlığı vardı. Evet, AK Parti iktidarının bir ara yürüttüğü dış politikanın olumlu yönleri de olmadı değil! Muhafazakâr demokrat bir partinin, İslam ile seküler yaşam değerlerini bir arada sentezleyebilmesi, diğer Ortadoğu ülkelerine ülkemizin “model” olarak takdim edilmesine “vesile” oluyordu.
* * *
Sonra izlenen yanlış politikalardan sonra, başka bir değişle emperyalist ülkelerin “dümen suyundan” gidebilmek adına, bu kadim geçmişe sahip olduğumuz ülkelerle “düşman” olmaya kadar vardık işi! Zaten sonrasında, “stratejik derinlik” doktrini, yerini “değerli yalnızlık” doktrinine bıraktı.
“Yeşil Kuşak” projesiyle başlayan Ortadoğu’yu biçimlendirme ve paylaşma savaşımları, emperyalist zihniyetlerin amansız mücadelesini kan ve gözyaşı üzerine kurgulamalarına kadar götürdü. Soğuk Savaş döneminin “yeşil kuşak” projesi, 91yılında SSCB dağılınca, ve başıbozuk örgütlerin hedefsiz kalmaları sonucunda, “Radikal İslam”ı doğurdu.
Amerika Birleşik Devletlerinin, GOP ve BOP projeleri dairesince güya mazlum ülkelere “demokrasi”, “insan hakları”, “hürriyet” götürme söz ve vaatleri, sadece bu toprakların zenginliklerinin yağmalanmasının perdelenmesiydi.
Radikal dinci terör örgütlerinin, medeni ve uygar(!) ABD ve hempalarını hedef alabilecek saldırıları ve eylemleri, bu mihver ülkelerini önlem almaya yöneltti. Türkiye, her daim bulunduğu coğrafya bağlamında, jeo-stratejik olarak da jeo-politik olarak da emperyalist devletlerin “hedefinde” olmuş; yine ülkemiz bu emperyalist zihniyetler tarafından bir kurmacanın içine çekilmiştir. İşte herkesin bildiği gibi, radikal İslam terörünün panzehri olarak “Ilımlı İslam” modeli geliştirilerek, bir bakıma milli devletlerin içleri boşaltılarak, özellikle yerli işbirlikçiler vasıtasıyla “Siyasal İslam” siyaset modeli bir bakıma devletlere zımnen dayatılmıştır.
Her ne kadar kabul edilmese de, ülkemizde Siyasal İslam odaklı bir siyaset güdülmekte ve takip edilmektedir. Baskın mezhep-din odaklı Siyasal İslam modeli; belki bugün tecrübe ettiğimiz tüm bu olumsuz vakaların müsebbibidir.
* * *
Siyasal İslam/Ilım İslam modeli ülkemize giydirilmek istenen bir “deli gömleğidir”! Türkiye’nin laik demokratik cumhuriyetten başka örnek alabileceği ve sürdürebileceği bir rejim modeli de olamaz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandığı kolonlar bellidir: Laiklik ve demokrasidir. Laiklik; devleti, bireyi, toplumu dinlerin baskısına ve saldırısına karşı eşit oranda korumak için vardır. Evet, laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Yeter mi yetmez! Laiklik; vatandaşların din ve vicdan özgürlüğünü hukuksal temelde garanti altına alan; yine vatandaşların devletin sahip olmaması gereken hâkim ve baskın dininin tahakkümlerinden de korumak gibi bir işlevi vardır.
Atatürk Cumhuriyeti, yönünü bilime ve aydınlığa ve yine akla döndürmüştür. Cumhuriyet Türkiye’si, muasırlaşmaya ancak bilimle irfan ile ve yine aklın mürşitliğiyle varılabileceğini öngördüğü için, böylesine “laiklik” ilkesi üzerinde durmuş ve anayasal bir zırh altına almıştır. Türkiye, “Tevhid-i Tedrisat” kanunuyla “Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması” kanunlarıyla laik bir düzeni yerleştirmek için gerçekten de büyük bir mücadele vermiştir.
* * *
Bizim Türkiye Cumhuriyeti’nin istikameti bellidir: Aydınlık yarınlar! Bilimle ve akıl ile çalışmayı bir arada tutarak daha müreffeh bir ülke inşaısıdır. Siyasal İslam gibi, ne üdüğü belli olmayan, daha çok emperyalist ABD ve İsrail’e hizmet etmeye yarayan hegemonyacı modellerle ancak gideceğimiz ve varacağımız nokta:
Ortaçağ karanlığıdır!
Birlik ve bütünlük içinde olmamız gereken bizlerin tek ve yegâne mihmandarı, Mustafa Kemal ATATÜRK’TÜR.
Tekrar yükselişimizin ve kalkınmamızın yolu da yöntemi de bellidir: ATATÜRK DEVRİMLERİNE sıkı sıkıya bağlı kalmak, laikliğin “dinsizlik” olmadığı, bizatihi her türlü inancın-inanışın teminatı olduğu “doğrusunu” topluma anlatabilmektir.
Cumhuriyet rejimi, ülkemizi kalkınmaya, aydınlığa, akla ve medeniyete götürebilecekken, emperyalist projeler ancak bizleri prangalara, karanlık dehlizlere götürebilir.
YAŞASIN ATATÜRK…
YAŞASIN CUMHURİYET…